kapat

06.02.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
S u p e r o n l i n e
Sabah Künye
Atayatirim
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

Turkport
1 N U M A R A
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
GÜLAY GÖKTÜRK(gokturk@turk.net )


Demokrasinin paradoksu

Avrupa Birliği'nin Avusturya'daki neo-faşist partinin iktidar ortağı olması üzerine verdiği şiddetli tepki, Türkiye'de 28 Şubat'a destek veren bazılarının içini ferahlattı. "İşte görüyor musunuz" dediler, "demokrasi her zaman demokrasiyi yoketmek isteyen güçleri yasaklamak zorundadır."

Gerçi bugün Avrupa Birliği'nin Avusturya'ya uygulamaya hazırlandığı tecrit politikası, herhangi bir zoru, yasaklamayı içermiyor ama biz, Avrupa'da faşist ya da ırkçı fikirlerin yasaklanması, faşizme örgütlenme hakkı tanınmaması konusunda yaygın bir kamuoyu olduğunu biliyoruz. Hatta kimi ülkelerde Gesso-Fabiyus Yasası gibi düşünceye yasak koyan yasaların varlığını da...

Gerçek şu ki, Hitler faşizmini ve İkinci Dünya Savaşı'nı yaşayan Avrupa, bu tarihi trajedinin etkisiyle düşünce ve örgütlenme özgürlüğü konusunda çifte standarttan kurtulamıyor. Türkiye'deki sol tandanslı kamuoyu da öyle...

Bakıyorsunuz, bugün "demokrasinin kendi kendini koruma hakkı" gerekçesiyle faşizmin ya da dinci örgütlenmelerin yasaklanmasını savunanlar, bundan otuz-kırk yıl önce, bütün dünyadaki muhafazakarların komünist ya da sosyalit hareketleri yasaklarken aynı gerekçeleri öne sürdüğünü, kendilerinin buna şiddetle karşı çıktığını hatırlamaz görünüyorlar.

Oysa sorun aynı sorun. O gün de, bugün de, demokrasinin bir paradoksuyla yüz yüzeyiz: Demokrasilerde hoşgörüsüzlüğe hoşgörü gösterecek miyiz?

O zamanlar, komünist partilerin yasaklanmasını savunanlar, sosyalizm ve komünizm savunucularının, çoğulcu toplumu yoketmeyi hedef aldıklarını, proletarya diktatörlüğü altında, bütün diğer sınıf ve tabakalara -aslında proletaryaya da- baskı uygulayacaklarını söylüyor ve şöyle diyorlardı: "Bu siyasi akımlara özgürlük tanımak, demokrasinin kendi bindiği dalı kesmesidir. Hiçbir sistem, kendini yoketme hakkını tanıyamaz."

Elbette ki tartışma, örgütlenme hakkıyla bitmiyor; kaçınılmaz olarak propaganda hakkına kadar uzanıyor, yani fikri suç sayıyordu. Türk Ceza Kanunumuzdaki 141 ve 142. maddelerin varoluş gerçekçesi buydu.

Peki 141-142'nin kaldırılmasını savunanlar ne diyordu?

Düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne sınır getirilemeyeceğini, doğru fikirlere ancak özgür tartışma ve örgütlenme ortamında ulaşılabileceğini söylüyorlardı. Demokrasinin en büyük güvencelerinden birinin, toplum çoğunluğunun -kısa vadeli sapmalar olsa bile- uzun vadede kendisi için iyi olana yöneleceğine dair inancı olduğunu tekrarlıyorlardı.

Hayat bu görüşü doğruladı.
Batılı demokrasiler, faşizmin bir türü olan proletarya dikkatörlüğü tehlikesinden, baskılar ve yasaklamalar yoluyla değil, özgürlüklerin genişlemesiyle kurtuldu.

Hepimiz yaşadık; ne yasaklar, ne tutuklamalar, ne işkence, ne de hapis tehdidi komünizmin cazibesini azaltamadı. Komünizmi 141-142'nci madde benzeri yasakçı maddeler değil, kendi siyasi ve ideolojik iflası yıktı. Glasnost yani açıklık ortamında boy atan özgür tartışmayla birlikte komünizm öcüsü de yokoldu gitti.

Türkiye'de komünist hareketin en güçsüz olduğu son dönemde 141 ve 142'nci maddeler yoktu.

***

Anatole France, "Kafamızdan geçenleri bilselerdi, hiçbirimizin başı yerinde kalmazdı" demiş.

Demek ki ırkçı ya da dinci hareketlerde takiye arayışlarının sonu yok. İnsanların niyetlerini yargılamayı bırakıp yaptıklarına bakmak gerekiyor. "Demokrasilerde faşist komünist ya da dine dayalı bir siyasal partinin yeri olabilir mi?" sorusunun cevabı da burada yatıyor. Evet, eğer böyle bir parti demokrasinin oyun kurallarına uyacağını peşinen ilan ve taahhüt ederse... Yani iktidara geldiği gibi gidebileceğini, iktidardayken yaptığı yasa ve düzenlemelerin iktidarı kaybetmesi durumunda değiştirilebileceğini peşinen kabul ve ilan ederse... Bu da yetmez; bu parti demokrasinin yalnızca bir yasalar rejimi değil, aynı zamanda bir anayasa rejimi olduğunu; bu anayasaların insanların bazı doğal dokunulmaz ve yasalar tarafından değiştirilip düzenlenemez haklarını koruduğunu kabul ederse...

Bundan ötesi yasaların değil, siyasi mücadelenin konusudur.

Aslında siyasetin işi de zaten budur. Belki de siyaset, demokrasinin o içinden çıkılmaz paradoksuyla başetme sanatından başka bir şey değildir.

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır