İstanbul'u İstanbul yapan biraz da Yeşilçam'dır. Amerika'da sinemanın başkenti Hollywood, en büyük kent New York'tan, Los Angeles'in güneşli iklimine sığınmış ayrı bir dünyadır. Oysa bizim Hollywood'umuz, tarihi, geçmişi ve bugünüyle kentin tam göbeğinde, Beyoğlu'nun sokakları, kahveleri, büroları ve loş mekanlarına sığınmıştır, ayrılmaya da pek niyetli gözükmez.
Ve Yeşilçam denince hala diyelim ki Türkan Şoray'ın annesiyle ilk kez Erman Film'i ziyareti, Hulki Saner'in Neriman Köksal'ı İstiklal Caddesi'nde keşfetmesi, Cahide Sonku'nun Körfez meyhanesini mesken tutması yadedilir...
Bu açıdan ardarda ölen dört sinemacıyı anmak için sinema değil, İstanbul köşemi yeğledim. Çünkü onlarla birlikte bu kentin tarihinden birşeyler de silinip gitti.
Önce Erol Özpeçen gitti. Met Film'in sahibiydi. Sinemacılığın büyük bir bunalıma girdiği 1980'lerin ilk yarısında nerdeyse tek başına didinmiş, "The Wall-Duvar", "Platoon-Müfreze" gibi filmleri getirterek ölmekte olan sektöre biraz umut getirmişti. Uzun yıllar Yeni Melek sinemasını işletmişti, en büyük hayali de çürümekte olan bu güzel salonu yeniden açmaktı. Ama sağlığı yetmedi. Uzun zamandır hasta ve işinden uzaktı. Sonunda kayıp gitti. Hemen ardından yine onunla birlikte çalışan ve sahip olduğu çok zengin 35 mm'lik film arşivinin üzerine titreyen Ertuğrul Akyol'un vefatı çok üzücü.
Sonra Sohban Koloğlu öldü. 1918 doğumluydu, Yeşilçam'ın en ünlü rekor kostümcüsü, sanat yönetmeni lafının bilinmediği yıllarda platoların kralıydı. 1980'lere dek yapılmış yerli filmlerin dörtte üçü onun elinden geçerek çekilmişti. Değerini bilmediğimiz büyük ustalardan ve koleksiyonculardan biriydi. Toprağı bol olsun...
Ve sonra Metin Arcan gitti. Standart Film'in ortaklarından, Atlas sineması işleticisi İrfan atasoy'un sevgili iş arkadaşı... Has ve heyecanlı bir sinemacıydı: Sık sık Beyoğlu'nda hemen her yıl Cannes şenliğinde karşılaştığımız adları buraya sığmaz birçok filmi Türk sinemaseverlerine getirip gösteren... Sadece 42 yaşında olduğu halde...
Bu sevgili insanların hiçbirinin cenazesine gidemedim. Ya haberim olmadı, ya da son dakikada oldu. Onlarsız Beyoğlu, eskisi gibi olmayacak. Ve birbiri ardına kapanmış o güzelim salonlar, birgün kendilerini kurtarıp eski görkemine kavuşturacak vefalı sinema adamlarını boşuna bekleyecek...
Son Bond filminin önemli bir bölümü Kızkulesi'nde geçiyor. Dıştan o, ama içten oriyantal biçimde donanmış bir stüdyo seti... Ve hain Sophie Marceau, hinoğlu hinliklerini ordan planlıyor.
Kimileri bu iç-dış mekan uyumsuzluğuna takılmış. Ne önemi var? Belgesel değil bu, tümüyle fantaziye dayanan bir Bond serüveni...
Ve Kızkulesi ile, eski kent siluetiyle, boğaz motorlarıyla ve bir Noel gecesi maytaplarıyla, hayal ürünü de olsa şehrimize sempatiyle bakıyor ve inanılmaz bir reklam yapıyor. Daha ne istenir?