Bundan otuz-kırk yıl önce, yılda bir-iki defa babamın köyüne gider, birkaç gün kalırdık.
Gündüzler güzeldi. Ağaçlara tırmanır, bol bol meyve yer, eşeğe binerdik. Ama gece olup da köpekler ve çakallar ulumaya başladı mı, benim içimi de bir kasvet, bir korku basardı. Yattığım yer yatağında uyumadan önce uzun uzun köpek ulumalarını dinler, ya ihtiyacım olur da bahçedeki tuvalete gitmek zorunda kalırsam diye ürperirdim. Her seferinde gündüz neden o kadar çok karpuz yedim diye kendi kendime söylenirdim.
İnanılması zor ama, bir süredir İstanbul'un göbeğinde, otuz yıl önce babamın köyünde misafir olduğum geceler duyduğum korkuyu yaşıyorum.
Gece karanlık basıp da zaten tenha olan sokağımızda el ayak çekildiğinde, aynen Sölöz geceleri gibi bir gece başlıyor. Karanlıkla birlikte köpek sürüleri sokağı teslim alıyor. Ve bu teslim alışı ilan etmek istermişcesine bir ağızdan acı acı ulumaya başlıyorlar.
Birbirleriyle alıp veremedikleri nedir, karşılıklı çeteler kurdular da sokak hakimiyeti için savaş mı veriyorlar, anlayamıyoruz tabii. İşgal altındaki bir şehirde yaşıyormuşcasına, sabaha kadar amansız bir it dalaşının seslerini dinliyoruz.
Sokak sakinleri artık küçük çocuklarını gündüzden almayı unuttukları ekmek için -bir koşu- bakkala bile yollayamıyor. Gece geç dönenler, arabalarını mümkün olduğu kadar evlerine yakın park etmeye gayret ediyor. Ve ben, eğer ulumalar başlamış ve oğlum hâlâ eve dönmemişse, gözüm pencerede kulağım köpek seslerinde endişe içinde onu bekliyorum. Tabii arada bir, köpeklerden biri elindeki sandviçe hamle edip elini çizince de götürüp kuduz aşısı yaptırıyorum... Sizin de aklınızda olsun. İlk seferinde beş aşı yapıyorlar. Ama aradan iki yıl geçmeden yine ısırılırsanız, doktorlar tek doz "hatırlatma" aşısının yeteceğini söylüyorlar. Ehh, biz de ne yapalım, köpeklere söz geçiremediğimize göre, vücutlarımıza kuduz tehlikesini hatırlata hatırlata yaşamaya devam ediyoruz.
Geçenlerde, sokağımızı teslim alan o köpeklerden biri gelip bizim apartmanın kuytusunda yavruladı. Şimdi bahçemizde çok sevimli 8 yavru var. Ama o yavrular da altı ay sonra gecelerimizi terörize eden o sürüye katılacak ve en kısa zamanda sekizer tane de onlar yavrulayacaklar.
Ve bu nereye kadar gidecek, bilmiyorum...
Depremle bir arada yaşamayı öğrenmek için zaten bu kadar zorlanırken, bir de kuduzla bir arada yaşamaya alışmak kalan enerjimi de alıp götürüyor.
Acaba diyorum, kalkıp babamın köyüne mi göçsek... Depreme karşı bahçe içinde iki oda bir sofa bir ev yapıp orada mı otursak? Çocukluğumun bütün köpekleri İstanbul'a göçtüğüne göre, orada kuduz tehlikesi de kalmamıştır. Ayrıca orada, insanlarla hayvanlar arasında medeniyetin bu kadar çarpıtmadığı, daha doğal bir ilişki vardır. En azından orada, köpeklerle insanlar arasında bir eşitlik vardır. Köpek nasıl "köpek merkezli" düşünüyorsa, insanın da "insan merkezli" düşünme hakkı vardır.
Evet, evet... Belediyelerin hiçbir şey yapacağı yok nasıl olsa... Artık bir köpek cenneti olan bu diyardan gitsek. En azından köpek muhipleriyle köpek karşıtları arasındaki tartışma noktalanıncaya kadar orada beklesek... Dünyanın en büyük metropollerinden birinde ilkel insanlar gibi doğanın bütün tehlikelerine açık bir şekilde kelle koltukta yaşamaktansa, "medeniyet"ten uzakta kalmak daha huzur verici olabilir.