Türkiye'ye ilişkin olarak son günlerde duyduğum en çarpıcı teşhisi Morton Abramowitz koydu. "Artık mesele Türkiye'nin değişip değişmeyeceği değil; değişeceği kesin. Mesele, ne zaman ve ne şekilde değişeceği..." Yani, artık dışarıdaki "temel Türkiye sorusu" temelden değişti...
Türkiye'nin değişebilirlik yeteneği konusunda tanıdığım en kuşkucu Türkiye gözlemcilerinden biri olan Abramowitz dahi, Helsinki kararından sonra kuşkularını dağıtmış ve artık Türkiye'nin değişeceğinden emin olmuş...
Daha önce de bir vesile ile sözünü etmiştim: Abramowitz, Türkiye hakkında mart ayında piyasaya çıkması beklenen bir kitabın editörlüğünü de yapıyor. Helsinki kararından sonra, kitabın bazı bölümlerinin değişmesi icap edeceği için, Şubat 2000'de yayımlanması tasarlanan kitap, bir, belki de iki ay gecikecek.
Bu kitabın en ilginç yanlarından biri Abramowitz'in deyimiyle, "Yazımı 1999'da başlayan, basımı 2000'de gerçekleşecek olan" bir kitap olması. İlk taslakları temmuz-ağustos aylarında yazmıştık. Her bir bölümün üzerinde defalarca oynandı ve Helsinki'yle birlikte son bir kez daha oynanması gerekiyor.
Ağustos başında kitaba katkıda bulunan sekiz kişi, üç gün gece-gündüz toplanıp, çeşitli yönleriyle Türkiye'yi tartışmıştık. Aynı çalışmayı, bir süre sonra son bir kez daha yapmamız söz konusu...
Türkiye'nin önü alınmaz bir değişim rotasına girdiğinin göstergelerinden biri bu anlattığım; o yüzden, ortalığa efkâr saçmanın anlamı yok. Türkiye, zorlu bir yolda, hayli sancılı da olsa, değişim sürecine bir haftadır kesinlikle adımını atmış durumdadır. Onca yılın tortularının, Helsinki'de "AB'ye aday" ilân edildiği diye, bir haftada elbette ortadan kalkması söz konusu olamaz.
Değişim kaçınılmaz olduğuna ve esas olarak siyas” yapıyı ilzam edeceğine göre, Türkiye'nin tüm siyas” bloklarının ülkenin varacağı ufka göre kendilerini hazırlamaları ve tepeden tırnağa yenilenmeleri şart. Bunu Bülent Ecevit'in ve ilginç biçimde Mesut Yılmaz'ın kavradığı göze çarpıyor. Yenilenme ihtiyacının en şiddetle kendisini gösterdiği iki önemli kesim var. Biri, kendilerine "İslâmcı" sıfatı verilenler; diğeri kendilerini "milliyetçi" diye ilân edenler...
İlki, ağır bir "tarih” misyon" ile yüzyüze. Yılmaz'ın da dediği gibi, Avrupa, Helsinki kararı ile kendini aştı. En azından bir "Hristiyan gettosu" konumundan çıkma iradesi gösterdi. Türkiye'nin "Müslüman kimliği"nin bilincinde olarak, Avrupa kapılarını açmak istiyorlar. Bu durumda, "acaba içeri girersek yutulur muyuz" veya "Müslüman kimlikteki Türkiye'yi azınlık durumuna sokup, kontrol altına almak istiyorlar" gibisinden vehimlerle vakit kaybetmenin âlemi yok.
"Kimlik koruma krizi" nereden çıkıyor? AB üyelerinden hangisi kimliğini kaybetti? İngiliz, İngilizliğinden mi, Yunanlı Yunanlılığından mı, Fransız Fransızlığından mı, İspanyol İspanyolluğundan mı vazgeçmek zorunda kaldı? Türkiye, niçin kimlik kaybetsin. AB, "çok kimliklilik" ya da "çok kimlikliliğin yatay beraberliği" anlamına geliyor. Türkiye, Avrupa bünyesi içinde Müslüman kimliği ile bulunacağı için, aynı zamanda tüm "Balkan Müslümanları"nı da temsil edecek. Burada, "niceliksel ölçü" geçmez; tersine Hristiyanlık gibi, İslâm da bir uygarlık ve kültürün adıdır. Dolayısıyla, burada eşit konumda ve Türkiye'ye olağanüstü "niteliksel avantaj" sağlayan bir durum söz konusudur.
Hem Avrupalılığı, hem de Müslümanlığı bağdaştırmak gibi dev bir kuramsal görev, Türkiye'nin düşünce adamlarının önünde dikiliyor. "Medeniyetler çatışması"nı değil, "medeniyetler uyumu"nu gerçekleştirebilmek sadece ve sadece Türkiye'nin omuzlarında duruyor. Türkiye'nin "21.yüzyıl cazibesi" bu zaten.
AB'yi parti kapatmaya engel olacak bir mekanizma görerek, "pragmatik hesaplar"la benimsemekten vazgeçilmeli, Ayrıca "savunma içgüdüsü" ile siyaset yapmak terkedilmeli. "Siyasette taşralılık" da artık bir yana bırakılmalı. Avrupalılık ve İslâm'ın sentezinin altından kalkabilen, Türkiye'nin de, Avrupa'nın da çehresini değiştirir.
Milliyetçilik? Devam edeceğiz...