|
Bay Vasat'ın hikayesi
Mükemmelliği giden yolu hep yolun yarısında terk ettiğimiz için 'vasatlık' hayatımızın nirengi noktası. Bay Vasat, aslında hepimiziz. İşte hayat hikayemiz
FARUK TÜRKOĞLU
Bugün Türkiye'deki iyi şeylerin tümü vasatlığa ömür boyu direnen, başarının şifresini çözmeye gayret eden insanların eseri. Ancak, bende, sizde onda, hepimizde genlerimize işlemiş vasatlığın izleri var. Aynaya baktığımızda arada bir karşımıza vasatlığın yüz hatları karşımıza çıkıyor. Sıkıştığımızda hepimiz, vasat performansınıza bir özür bulmakta ustayız.
Hiç ulaşamayacağını bilse de mükemmelliği elde etmek için gecesini gündüzüne katanlara pek iyi gözle bakmayız. Günlük hayattan, devlet işlerine kadar standart vasatlıktır. Genç kız babası için limonata yapar ama çekirdekleri süzmeyi gereksiz bulur. Pilavda domatesin kabukları bize çoğu kez gör kırpar. Yapılan hatalar ve yanlışlar için herkes hoşgörü bekler. Otosunu emniyet şeridine sürüp, yolu tıkayanlar, bu davranışlarını normal bulur. Mükemmelliğe giden yolu, hep yolun yarısındayken terkettiğimiz için vasatlık hayatımızın nirengi noktası olur. Bay Vasat'ın şu sıradan hayat hikayesinde aslında hepimizin hayatından bir kesit vardır:
Beşten şaşma...
Vasat, orta halli bir ailenin çocuğuydu. Normal geçen bir çocukluktan sonra, ilkokula başladı. Anne babası "at yarışı" diye nitelediği için Anadolu Lisesi sınavlarına o da şöyle böyle, istemeye istemeye hazırlandı. Tam sınav günü karnı ağrımasaydı, Anadolu Lisesi sınavlarını kazanabileceğini düşünüyordu. Ortaokula kaydolan Vasat'ın notları iyi değildi. Matematikten de hep zayıf notlar alıyordu. Küçük öğrenci durumu anne-babasına "Matematikçi bana taktı" diye açıkladı. Öğretmen sınıftaki 47 öğrenciyi, kendi geçim ve memleket sorunlarını nasılsa bırakmış, başka işi yokmuş gibi kafayı küçük Vasat'a takmıştı. İşin garibi çocuğun büyükleri de buna inanmıştı. Zar zor matematikten sınıfı geçti.
Babasından devraldığı "Beşten şaşma, altıyı aşma!" sloganını, yeni not sistemlerine uydurarak hayata geçiriyordu. Sınıfın "inek"lerinden hep uzak durdu.
Suç yağmur ve çamurda
Yıllar geçtikçe futbola merak saldı. Semt takımında çalışmalara başladı. Savunma oyuncuları gole neden olunca, hücumda oynayanlar ise gol kaçırınca antrenörden azar işitiyordu. Orta sahanın kanatlarında da çok koşmak gerekiyordu. Vasat, "En iyisi orta sahanın ortası" dedi. Genelde güçlükle uyandığı için bazı günler antrenmana geç kalıyordu. Sonuçta takıma girmekte zorlandı. Bu kez de antrenör ona takmıştı.
Esas takımdaki oyuncunun hastalandığı bir gün ona şans verildi. Aksilik bu ya o gün de yağmur yağdı. Çamur nedeniyle yeteneklerini gösteremedi ve maç berabere bitti. Zaten tesisler de yetersizdi.
Liseyi zorlukla bitirdikten sonra fakülte tercih katarının son vagonlarından birine zorlukla binebildi.
Notları yine vasattı. Arada bir ders kitaplarının dışında bir şeyler okumak istiyordu ama kütüphane, anfilerin bulunduğu binadan epey uzaktı. Araştırmaya her niyetlendiğinde de yağmur yağıyordu.
Diplomasını aldıktan sonra askerliğini yaptı. Büyüklerinin "Ne çok öne çık, ne de pek arkada kal" öğüdüne harfi harfine uydu, hep ortalarda dolaştı.
Mazeret üretim merkezi
Terhis olduktan sonra devlet memuru oldu. Memuriyetinin birinci yılında evlendi. Mutlu musun diye soranlara "Eh işte, iç güveyinden hallice" cevabını veriyordu. Aldığı maaş masraflarına yetmiyordu. "Bu kadar maaşa verdiğim emek çok bile..." diyerek kendini memuriyet hayatı boyunca pek sıkmadı. İş yazılarında pek dikkatli değildi. Müdürünün her yanlışa parmak basmasına kızıyor, onu aşırı titiz, hatta "kıl" buluyordu. "Bir hatadan ne çıkar? Hem kim farkedecek ki?" diye düşünüyordu.
Yılların kıdemi onu ancak, şef yardımcısı yapmaya yetmişti. Nedense müdürün gözü Bay Vasat'ı tutmamıştı. Hep müdürün adamları terfi ediyordu.
Beyninde, hep büyük atılımların planları vardı. Ancak geçim gailesi ona bir türlü aradığı atılım fırsatını vermiyordu. Parasal açıdan biraz rahatlayınca, başka engeller ortaya çıktı. Örneğin bir çalışma odası bile yoktu. Aslında, bahane, mazeret ve özür üretmekte Bay Vasat'ın üstüne yoktu. Türkiye gibi bir ülkede bahane bulmak için fazla düşünmesi gerekmiyordu: Trafik genellikle sıkışıktı. Dışarıda yağmur ve çamur, yollarda çukurlar vardı. Elektrik akımı ikide bir kesiliyor, üst kattakiler hep gürültü yapıyordu...
Bir çemberin ortasında
Dedesinin babasının dediği gibi "Bu millet adam olmazdı". Bir şeyler yapmak için uğraşmayı zaman kaybı olarak görüyordu. Ayrıca bir kişi, tek başına ne yapılabilirdi ki?
Bay Vasat hiçbir partiye üye olmadı. Seçimlerde kerhen oy veriyordu. Bir sivil toplum örgütüne üye olacaktı ama lokalleri öylesine uzak bir yerdeydi ki.
Geçim sıkıntısının ağır bastığı bir dönemde, memur sendikasının mitingine gitmeye niyetlendi. Tam mitinge gideceği gün yine yağmur yağdı. Bir sonrakine giderim dedi ve pijamasını giyip evinde oturdu. "Herhalde epey giden olmuştur" diye düşünüyordu.
Emekliliğinden sonra özel sektörde bir şirketin müşteri şikayetleri bölümünde bir süre çalıştı. Müşterilerin kalite ile ilgili şikayetlerine de bir anlam veremiyor, telefonu kapattıktan sonra "Bulmuşlar da bunuyorlar" diyordu. Çok kızdığında ise "Yani bunlar millet değil, illet" diye yakınıyordu.
Kendini bir çemberin tam ortasındaymış gibi hissediyordu, Bay Vasat.
Bıraksalar, biraz imkân verseler kimbilir neler yapacaktı ama o içine hapsolduğu çemberin kendi eseri olduğunu hiç anlayamadı.
Bay Vasat, ihtiyatlı ve kontrollu bir hayat sürdü. Kendini "oldukça" başarılı buluyordu. Vasat çocuklar yetiştirdi. Televizyonda liderlerin "beylik" demeçlerine kızıyor, ancak protestosunu yarım ağızla dile getiriyordu. Çevresindeki herşeyi basmakalıp ve harcıalem buluyordu ama aklına iyi-kötü bir çözüm veya fikir de gelmiyordu.
Yakınma kültürü
Kahvedeki arkadaşları ile yaptığı sohbetler, hep yakınma, sızlanma ve şikayetle doluydu. Onun başarmaya giden yolu hep inşaat halindeydi. Hayatının bir bilançosunu yaptığında kendini hep haksızlık edilmiş, hakkı yenmiş bir kişi olarak görüyordu. Suç hep başkalarındaydı.
Bay Vasat'ın yaşadığı ülke, Dünya Bankası'nın listelerinde, "orta gelirli, orta gelişmişlik düzeyinde, orta derecede borçlu" olarak nitelendiriliyor. Bu ülkenin eğitim, sağlık ve diğer refah göstergeleri ne çok iyi ne çok kötü, tam ortada. Türkiye her konudaki sıralamada, küçük ada ve şehir devletleri dışındaki 150 ülke arasında 70 ile 80'inci sıralar arasında bulunuyor.
Vasatlığın, sıradanlığın kuşaklar boyu erdem sayıldığı, tek tek insanların vasatın dışında bir performans için pek çaba göstermediği bir ülkenin, bu "vasat" konumu çok normal değil mi?
Milyonlarca vatandaşının vasatlığın sahte huzuruna sığındığı ama kendinden başka kimseyi beğenmediği bir ülkede işler nasıl yoluna girer? Herkesin başkalarını sorguladığı ama bir sorumluluk almaya yanaşmadığı 64 milyonluk büyük bir ülkede devlet her sorunu çözebilir mi?
Siz ne dersiniz?
"Ah şu sivrisinekler olmasa..."
Vasatlık, sıradanlığına rağmen, bir çok yazar, şair ve düşünürün ilgisini çekti.
Aziz Nesin, "Ah şu sivrisinekler olmasa!" adlı öyküsünde vasat insanı anlatır. Bu öykünün kahramanı, sıkı çalışmayı ve yaratıcılığı hep hayatının sonraki dönemine, biraz daha feraha çıkacağı günlere erteler. Tam rahata eriştiği zamanda ise sivrisinekler, onun potansiyelini ve yeteneklerini hayata geçirmesini engeller. Öykünün bir başka versiyonunda ise suç, durmadan tıngırdayarak dikkat dağıtan masadadır.
Vasatlığın anatomisi
Psikiyatrist Emin Ceylan, "Bu millet adam olmaz" veya "Biz neden böyleyiz?" türü bahaneler üreterek, kendini vasatlığa mahkum edenlere şu teşhisi koyuyor.
"Bu tür davranışlar, kendine güvensizliğin başkasına projeksiyonudur. Bu kişiler, 'Ben iyi değilim, ben yetersizim' diyemeyeceğine göre 'Ben değil siz' ya da 'Hep beraber, hepimiz yetersiziz' derler. Bu kişi için, bilinçaltındaki 'Ben batıyorum' endişesi, bilinçte 'Ekonomi batıyor' yargısına döner.
...'Biz neden böyleyiz' demek aslında 'Ben neden bu kadar kötüyüm?' düşüncesinin, kendi gözünde kendini affettiren söylemidir. 'Biz neden bu kadar kötüyüz?' denilince bu kadar kötü arasında iyi olmaya gerek kalmamaktadır... Ondan, bundan her şeyden şikayet, hiçbir şeyi beceremeyen insanların dolaylı söylemidir bu. Kendini beğenmeme, her şeyden şikayeti doğurur..."
Ege Cansen, köşe yazılarında arada bir, çevreyi ve ortamı abartılı ve aşırı şekilde kötülemenin, ekonominin ve toplumun bütünü açısından yarattığı sonuçları inceliyor.
Kabahat kimin?
Çetin Altan'ın "çok" zarfı yerine "oldukça"nın yaygın kullanımını incelediği son yazısında vasatlığın bir portresini çiziyor. Doğan Cüceloğlu kitaplarında kendini aşmak isteyen ve vasatlığa karşı çıkan insanı yüreklendirmeye çalışıyor ve vasat insana şu uyarıyı yapıyor. "Çözümün bir parçası değilsen, sorunun bir parçasısın"... Üstün Dökmen, vasatlığın ve içe kapanıklığın aşılmasında empati kavramını ön plana çıkarıyor. Nazım Hikmet, serçe gibi telaşlı, midye gibi kapalı ve rahat diye nitelediği vasat insana 50 yıl önce şöyle seslenmişti:
"Kabahat senin
demeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!"
Şair Bedri Rahmi "Biz otobüsü kaçırmış bir milletin çocuklarıyız" derken, vasatlığın kaynaklarına inmeye çalışıyordu belki de. Behçet Necatigil'in şiirlerinde de arada bir karşımıza kendi kendini frenleyen, tutuk bir ortalama insan tipi kaşımıza çıkar. Zülfü Livaneli bir kitabını da vasatlığa ayırdı.
Sıradanlığın tarihi
Aslında vasatlık, bugünün sorunu değil. Prof. Dr. Sabri Ülgener'in "İktisadi Çözülmenin Ahlaki ve Zihniyet Dünyası" adlı dev eserinde, vasatlığın izini sürüyor. Ülgener'e göre, Osmanlı'nın en parlak döneminde bile gelecek kaygısızlığı ve durgun-atıl hayat anlayışı ve ortalama bir hayat tarzı egemen değerler olarak kabul görüyordu.
Evliya Çelebi rekabeti, "Yaran payına sarkmak" olarak niteliyordu.
Feridittin Attar, Pendname'sinde esnafa, "Pazara geç git ve erken dön" uyarısını yapıyordu.
XVI. yüzyılın ahlak bilginlerinden Kınalızade ise "fazla emek harcamayı bir eksiklik" olarak görüyor ve "Erdem ılımlı ve vasat olmaktadır" diyordu.
Euler ve Lagrange'ın matematikte çığır açtıkları dönemde (1750-1800), bu bilginlerle aynı çağda yaşamış Şair Sümbülzade Vehbi, oğluna şu öğüdü veriyordu:
Euler ve Lagrange'ın matematikte çığır açtıkları dönemde (1750-1800), bu bilginlerle aynı çağda yaşamış Şair Sümbülzade Vehbi, oğluna şu öğüdü veriyordu:
"İtibar eyleme hendeseye
Düşme ol daire-i vesveseye"
Bugünkü durumumuzdan atalarımızın, dedelerimizin ögütlerine büyük ölçüde kulak verdiğimiz anlaşılıyor. Geometri ile uğraşmayı bir kuruntu döngüsü sayan zihniyet, günümüzde de jeofizik, sismoloji, zemin mekaniği ve mukavemet gibi depremin hasarını hafifletecek bilim dallarının uyarılarını kulak arkası edebiliyor. 21. yüzyıldaki, yeni bin yıldaki geleceğimizi, sıradanlığa ve kalitesizliğe, saygısızlığa teslim olmayanlar kurtaracak.
İnsan haklarının derinlere kök salması, yeni bir sorumluluk kültürünü yeşertecek. Demokrasinin, yaygınlaşması ile beynimizdeki yaratıcılık potansiyeline tam yol verecek. Vasatlık standart olmaktan çıktığında, bizim de Nobel ödüllü bilim adamlarımız, sporun her dalında dünya şampiyonlarımız olacak.
|
Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır
|