Türkiye, hafta boyunca Clinton sayesinde "rüyalar âlemi"nde yaşar gibiydi. Amerikan Başkanı, 10 günlük yurtdışı gezisinin 5 gününü Türkiye'de geçirdikten sonra Atina'ya gidince, "Türkiye'nin kıymeti" biz Türklerin gözünde sanki daha da belli oldu. Nitekim, Sabah'ın dünkü manşeti "Cennetten cehenneme" bu ruh halimizi özetliyordu.
Gerçi, TBMM'deki parlak performanstan deprem bölgesinde bebek sevmeye, Efes'e, oradan güzel bir havada en eşsiz varlığımız Boğaz'da yapılan bir tekne gezintisiyle taçlanarak sona eren tarihimizin en uzun Amerikan Başkan gezisinde Türkiye'nin ruhu bir hayli okşandı ama bundan böyle Türkiye için çok ciddi ve ağır sorumlulukların başladığı yeni bir dönemin başladığını görerek, ona hazırlanmak zorundayız.
Zira Clinton ziyaretinin önemi, Chelsea'nin etsiz alinaziki pek sevmesi, Clinton ve eşinin ülkemizin benzeri olmayan doğa güzelliklerine hayran kalması ve bizim de geleneksel konukseverliğimizi bir kez daha ispat etmemiz değil. Clinton, bu ziyaretinde, Türkiye'ye gelmeden hemen önce Washington'da Georgetown Üniversitesi'ndeki konuşmasında verdiği "kopya"yı daha da açtı ve 1990'ların ikinci yarı yılında Türkiye dahil birçok İslam ülkesinde düşünsel sarsıntılar yaratmış olan Samuel Huntington'un "medeniyetler çatışması" tezine karşıt biçimde "medeniyetler uyumu" diye nitelenebilecek bir başka tezi ortaya koydu.
"Huntingtonian" tezlere karşı, "Clintonian" tezlerden söz edebiliriz...
Hayatın gerçekleri, Huntington'un tezlerini doğrulamamıştı. Amerika önderliğinde Bosna'ya, Bosna'daki Müslüman soykırımını önleyecek tarzda yapılan müdahale olsun; en son Kosova'nın Müslüman Arnavut nüfusunu ortadan kaldıracak Sırp saldırganlığını durdurmak ve geri çevirmek olsun, hatta hatta Müslüman Çeçenistan'daki Rus tecavüzüne ilişkin Amerika-Avrupa tepkisi olsun; Huntington'un tezlerinin geçersizliği için yeterince kanıt sayılabilirdi ama "Huntingtonian" yaklaşıma teorik karşıtlık, "Clintonian" biçimde son iki hafta içinde geldi.
"Clintonian" yaklaşımın ardındaki "anti-Huntingtonian" bilinçaltı, TBMM konuşmasının şu satırlarında son derece çarpıcı biçimde ortaya konuyor:
"Gelecek sefer bir Amerikan Başkanı, Müslüman geleneğine sahip bir ülkeye hitap ettiği vakit, umarım ki, her biri çok farklı ülkeler olan Endonezya, Nijerya ve Fas'taki gelişmeden söz edebilsin ve bu sayede hepimize medeniyetler çatışmasına ilişkin o bezdirici iddianın bir yalan olduğunu gösterebilsin."
Clinton'un Türkiye'ye bakışındaki "anahtar" bu cümlenin ruhunda saklı. Huntington, Türkiye'den kültürel kimlik anlamında "torn country" (parçalanmış ülke) diye söz etmiş ve bu kategoride dünyada bir de Rusya ve Meksika'nın bulunduğuna işaret etmişti. Clinton ise Türkiye'deki farklılıkların "demokrasi içinde uyumlu beraberliği"nin, tüm İslam Dünyası ile Batı arasında uzlaşmalı bir 21.Yüzyıl için "örnek" teşkil etmesi gereğinden hareket ediyor. Bu yüzden, Türkiye, "Clintonian tezler"de çok tayin edici bir yere oturuyor.
Bu durumda, "olmazsa olmaz" şartlar şunlar:
1. Avrupa birliği ve güvenliği Türkiye olmaksızın olmaz.
2. Avrupa'nın "medeniyetler uzlaşması"na imkân verecek bir yapıyla esnemesi gerekir ve bu ancak Türkiye'nin Avrupalılığı ile mümkün olabilir.
3. Türkiye'nin Avrupalılığı, demokrasinin derinleştirilmesi, insan hakları ihlallerinin son bulması, Kürt meselesinin Kürtler için de tatminkâr bir sonuca kavuşturulması ve Türkiye ile Yunanistan arasında -Kıbrıs dahil- sorunların çözüme ulaştırılmasıyla güvence altına alınır.
4. Türkiye'nin bütün bunları yapması, onun omuzları üzerinde duran 21.Yüzyıl'da Batı-İslam karşıtlığını giderme "misyonu"dur ve bunu sadece Türkiye yapabilir.
Bu yaklaşım; kaçınılmaz olarak, içerde "demokrasi"yi ve Türkiye'ye hızı ve etkisi azalsa da üç yıldır pompalanan "iç tehdit doktrini"nin yol açtığı "iç kutuplaşma"nın ortadan kaldırılmasını; dışarda ise başta Avrupa, dünyaya açık ve yönelik bir Türkiye'yi dikte ediyor.
21.Yüzyıl'a şunun şurasında ne kaldı?
Kolay gelsin...