Pazar günü, odacı olma şerefini kazanabilmek uğruna "İslamiyet'in Hindistan'a yayılmasında etkili olan Türk-İslam devletinin hangisi olduğunu" doğru bilmek için ter döken yüzbinlerce odacı adayına hakaret ediyor.
Yani odacıları, temizlik işçileriyle aynı kefeye koyma küstahlığında bulunuyor.
Küstahlık etmekle kalmıyor, bu ülkenin en temel gerçeğini de inkar ediyor. Odacıların bu devletin belkemiği olduğunu bilmezden geliyor.
Oysa bu ülkede yaşayan ve devlet dairelerinin o uçsuz bucaksız loş koridorlarında "kaybolmanın" paniğini bir kez olsun yaşayan herkes bilir odacıların kim olduğunu.
Odacılar o soğuk gri koridorların efendileridir. Koridor boyunca sıralanan tek tip kapıların ardında kimlerin oturduğunu, kime ulaşmak için hangisini tıklatmak gerektiğini, hangi imzaya hangi odalardan geçerek ulaşılabileceğini bir tek onlar bilir.
Onlar, devletin kapalı kapıları ardındaki "giz"e ulaşmış kutsal yaratıklardır. Hem de o kapının bodyguardları... İşleri devletle aramızda duvar oluşturmak, sonra o duvarı aşmak için para sızdırmaktır.
Onların o koridorlardan başka bir yerdeki, örneğin evlerinde ya da mahallelerindeki sümsük hallerine bakıp da küçümserseniz çok yanılırsınız. Koridorlarına adım attıkları anda, devlet bütün ihtişamı ve korkutuculuğu ile onların şahsında yükselir... İş başındayken devlet kadar asık suratlı, onun kadar burnu büyüktürler. Çift kişiliklidirler; mazlumun karşısında aslan kesilir, güçlünün karşısında yaltaklanırlar...
Avlarını, elinde biriken imzalı kağıt tomarına çaresiz gözlerle bakışından; bir örnek kapılar karşısındaki perişanlığından hemen tanırlar. "Sen" diyerek konuşmaya başlamak ilk denemedir. Tepki vermez, alttan alırsanız yandınız demektir.
Siz dilekçenizin altında biriktikçe biriken o anlaşılmaz numaralara imza ve mühürlere dehşet içinde bakarken, şifre onların elindedir. Dudaklarında muzaffer bir gülümsemeyle daha kaç kapının önünde bekleyip kaç imza attırmanız gerektiğini söylerken, paniğinizin iyice arttığını, tam bir kaybolmuşluk içinde "ocağına" düştüğünüzü keyifle seyrederler.
Siz bilinmezliğin girdabında çırpındıkça onlar kapıların ardındaki odaların sırrına vakıf olmanın üstünlüğüyle sizi ezerler.
Uzattığınız bahşişi ekşi bir suratla lütfedip aldıklarında onlar değil, siz ezilirsiniz. Parayı aldılar mı, evrak tomarınızı elinizden kapar, size herhangi bir açıklama yapmaya bile tenezzül etmeden sırtlarını dönüp uzaklaşırlar. Ve siz gözlerinizi onun kaybolduğu köşeye diker, içiniz fık fık ederek beklersiniz: Ya bir daha gelmezse... Ya yüzünü hatırlayamazsam... Ya evraklarımı bir daha bulamazsam...
O, köşede tekrar görününceye kadar kendinizi nasıl da aptal hissedersiniz...
Odacı sayısını fazla bulanlar, devlet gücü dediğimiz şeyin püf noktasını hiç bilmeyenlerdir.
Odacıların kaderiyle mühürlerin kaderi birlikte örülmüştür.
Odacılara laf etmek, mühürlere laf etmektir.
Mühür ise devlet demektir.
Bu yüzden, az odacılı bir devlet, zayıf bir devlettir. Odacılar çoğalıp güçlendikçe devlet de güçlenecektir.
Daha çok sayıda odacı, daha çok kapı arasında daha fazla mekik dokudukça, daha çok imza ve mühür topladıkça, imzalar mühürler ve esrarengiz numaralar sayfalardan taşıp yeni yeni sayfaları doldurdukça, sayfalar gittikçe kabarıp yeni yeni klasörler açıldıkça...
Ve vatandaş boyunu aşan bu klasörler arasında daha da sersemleştikçe...
Devlet daha gizemli, daha ulaşılmaz ve daha ulu olacaktır.