Ulucanlar Cezaevi'ndeki tutuklular, epey zamandır o binadaki pozisyonlarını tamamen unuttuklarından; almışlar ellerine piknik tüplerini, duvarı vura vura yıkmış, 4. koğuşla 7. koğuşu birleştirmişler. Böylece aynı örgüte mensup 28 kadın mahkumla birleşerek iki koğuşu ortak kullanmaya başlamışlar.
Gazetelere yansıyan bu ayrıntı bile, cezaevlerinin "asıl sahibi"nin kimler olduğu konusunda bir net fikir veriyor. Devletin, suç işleyenleri cezalandırmak ve islah etmek amacıyla kurduğu bu kurumların tamamen suçluların eline geçtiğini bundan daha iyi ne anlatabilir?
Eğer mahkumların giriştiği bu "tadilat"a müdahale edilmeseydi, bundan sonraki adım da herhalde müdür odasının duvarının yıkılarak koğuşlarla birleştirilmesi, müdürün de kapı dışarı edilmesi olacaktır.
Müdahale edildi. Sonuç: On ölü, onlarca yaralı...
Önümüzdeki günlerde, bu müdahalenin kimi yayın organlarının söylediği gibi "katliam amaçlı" bir operasyon olup olmadığını daha iyi anlayacağız. Bir isyanı bastırmak için bu kadar telefat vermenin kaçınılmaz olup olmadığını tartışacağız.
Ama bu tartışma nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın; cezaevi yönetimi isyanı bastırış biçimi konusunda ister suçlu ister masum bulunsun; bu durum asıl tartışma konusunu ortadan kaldırmıyor. Asıl tartışma konusu, cezaevlerinde karar yetkisinin kimde olduğudur. Asıl ihtiyaç, demokratik kamuoyunun cezaevlerinde devletin otoritesini mi, yoksa suçluların otoritesini mi savunacağına artık bir karar vermesidir.
Eğer cezaevlerinin suçluların değil de devletin yönettiği kurumlar olduğunu kabul ediyorsak, koğuşlarda ele geçen silahları, delici ve patlayıcıları, örgütün eğitim kampı haline getirilen koğuşları, sevkiyat kararına karşı eyleme geçmeyi meşru saymamız, koğuş pencerelerinden sarkıtılan "cesaretiniz varsa gelin" türü tehditleri normal karşılamamız mümkün değil.
Ama, terörü bir siyaset yapma biçimi, "Siyasi tutuklular" adı verilen bu kişileri de yanlışlıkla oraya düşmüş "kahramanlar" gibi algılıyorsak, cezaevlerinde onların "iktidarını" savunmamız normaldir. Bu bakış açısıyla, bir kısım suçlunun "Türkiye Cezaevleri Direniş Komitesi" gibi şatafatlı bir adla açıklamalar yapılmasını da yadırgamayız; kendilerine "Merkez Koordinasyon Temsilcileri" adını takan bir grubun tehditvari demeçlerini de...
Kimi demokratik kitle örgütlerinin olaylardan sonra yaptıkları açıklamalara baktığımızda, kafalarının oldukça karışık olduğunu görüyoruz.
Kafa karışıklığının bir sebebi, teröre karşı tutum konusundaki ideolojik zaaf ise, bir başka sebebi de şu malum "siyasi suç" kavramı...
Bugün cezaevlerinde, hayatında eline cep çakısı almamış, sadece fikirlerinden ya da siyasi faaliyetlerinden dolayı hüküm giyen insanlarla, adam öldürenler bir arada yatıyor ve hepsine birden "siyasi tutuklu" deniyor. Ve hepimiz biliyoruz ki, sapla samanı bir arada tutan bu durum kamuoyunun vicdanını kanatıyor.
Bu durumu ancak siyasi suç kavramını yok ederek çözebiliriz.
Eğer yasalarımız siyasi suç kavramından tümüyle temizlenebilse, o zaman, şiddet kusan terörist de toplumun "siyasi suçlu"ya karşı gösterdiği hoşgörünün arkasına saklanamayacak, bu kavramın yarattığı sempatiden yararlanamayacak.
O zaman hepimiz, cezaevi jargonuna yerleşen "adi suç" "siyasi suç" deyimlerini yok edip tek bir "suçlu" kavramında birleşeceğiz. Böylece, sadece siyasetin suç olamayacağını kabul etmekle kalmayacağız. Suçlular da boyunlarına asılan "adi" yaftasından kurtulacak.
Belki o zaman, suçun "adi" değil, "insani" bir şey olduğu; suçluların da insanca muameleye hakkı olduğu daha kolay açıklığa kavuşacak.