Sayın İçişleri Bakanı, Milletvekili sıfatı taşıyan bir gazete yazarının, bir sayın bakana açık mektup yazması pek usülden değil.
Doğrusu size telefonla ulaşmak olabilirdi.
Daha da doğrusu sizi hiç işgal etmeyip, silsile-i meratipten ilerlemekti. Önce bir komiser muavinine, sonra da ilgili emniyet amirine ulaşmak, oradan Emniyet Müdürü'ne daha sonra da İstanbul Valisi'ne konuyu "ihbar" etmekti.
Ama siz de ben de aynı kentin ahalisinin oylarını alarak Meclis'e giren 69 milletvekili arasındayız. İstanbul'da sokakta olup bitenlere kulak tıkamamak deneyimlerimizi olanaklar ölçüsünde paylaşmak vicdan borcumuz.
Siz içeriden doğrudan, bendeniz de dışarıdan aynı hükümetin yazgısına ortağız.
Hem bir yurttaş olarak, hem de bir arkadaşınız olarak başıma geleni, okur huzurunda sizinle paylaşmak istedim.
Çünkü benim başıma gelen her gün on binlerce istanbullu'nun başına geliyor. Belki meseleyi ucuz atlatabiliyorlar.
Bu arada belki cepleri boşaltılıyor, onurları, yurttaşlık inançları örseleniyor, devlete olan güvenleri sarsılıyor. Ama "İstanbul cangılı"nda yaşamın bir bedeli var.
Elbette bendeniz gibi, tedbirli davranıp alttan almayanların, direnmeye kalkanların başına daha derin belalar gelebiliyor.
Sirkeci'yi kabinede, belki de Meclis'te sizden iyi bilen yok. Burası hâlâ en ilginç suçların semti.
Sülün Osman, Berbat Süleyman buraların çocuğu.
Dızdızcılık, karmonyalacılık, beybabacımcılık, tırnakcılık buralarda icat olmuş, yalnızca ve ağırlıkla buralarda işlenen suçlar.
Soyguncu otobüs çığırtkanlarına, mevzuat boşluğu yüzünden ancak üç numara tıraş cezası verebildiğiniz, ünlü Sansaryan Hanı'nın "müteferikası"nı hiç boş bırakmadığınız, bazılarının üzerinde meslektaşlarınızın sopa kırdığı günlerden bu yana değişen bir şey yok.
Yollar, kaldırımlar, garın çevresi yine ipsiz sapsızların, günlük haraçlarla geçinenlerin cirit attığı yerler.
Önceki gün oradaydım. Onlardan bir grup tarafından dövülmekten güç kurtuldum. Sirkeci'nin arka meydanı bir sokak çetesine terk edilmiş.
Dünkü gazetelerde yine "çetelerle mücadele" üzerine bir açıklamanız vardı.
"Çetelerle mücadele" ne yazık ki kullandıkça aşınan bir slogan haline geliyor.
"Çete" derken, elbete en babasına, Susurluk'a yönelmek hâlâ en büyük umut.
Ama bu arada sokaktaki çetelere de biraz vakit ayrılabilsek.
Önceki gün öğle vakti, Mali Şube Müdürlüğü'nüzde sizi o haklı ününüze kavuşturan Sirkeci'deydim.
Arabamın benzini bitmek üzereydi. Tren istasyonun karşısındaki benzinliğe giren şeride saptım. İlerlemeye çalışırken birden cüzdanımın olmadığını hissedip bagajdaki çantamı yoklamak üzere kaldırım kenarına, yandan geçişi engellemeyecek biçimde yanaşıp durdum. Zaten önümde park etmiş başka arabalar da vardı.
O anda sizin çok iyi bildiğiniz türden birkaç kişi belirdi. En iri kıyımı ve "tipsizi" burası yasak dedi. Hemen arkalarında kesmece karpuz arabası duruyordu. Onun yanındaki birkaç kişi de onları gözlüyordu. Çok esmer ve çok iriyarı olanı, her an kavga çıkarmaya hazır bir ses tonuyla "Burası yasak!..." diye bağırdı.
"Bir dakika küçük bir sorunum var" diyecek oldum.
Dinlemedi, "eğer, benzinin bittiyse adamlarımız var itelim!" diye göğsünü öne doğru çıkarttı, omuzunu daha da çarpıttı.
Az ötede boy boy karpuz bıçağıyla bir kesmece karpuz arabası duruyordu. Bu belli ki yeni numaralarıydı.
Her an kullanıma hazır boy boy bıçaklar.
Devlet o güzelim tarihi Sirkeci Tren İstasyonu'nun ana cephesini benzincilere, otoparkçılara terk etmişti.
Bir tek trafik polisi bile ortalıkta yoktu.
O sırada karşı kaldırımda iki polis memuru belirdi. Yanlarına seğirtip, adamların tehditkarlığını anlatacak oldum. Bu kez, iyi giyimli birisi ortaya çıktı, "başına iş açmadan buradan uzaklaş" diye tehdidi sürdürdü.
Benzinliğe sığınıp benzin alırken, pompacıya "Bu adamları tanıyor musunuz?" diye sorunca iş anlaşıldı.
Pompacı'nın sözlerini ihbar kabul eder misiniz bilemiyorum. Yalnızca aktarmakla yetiniyorum:
"Buraya binlerce araba girip çıkıyor. Bunca yükü hangi trafik polisi çeker. Onlar nizamı sağlıyorlar."
İstanbul'da "sokak nizamı" hakkındaki son durum budur.
Saygıyla arzediyorum.