İdeal komünizm.. İki ineğiniz var. Onlara bakmanız için komşunuz yardımcı olur. Sütü paylaşırsınız.
Uygulanan komünizm.. İki ineğiniz var. Siz bakarsınız. Bütün sütü devlet alır.
Diktatörlük.. İki ineğiniz var. Hükumet ikisini de alır, sizi kurşuna dizer.
Singapur (Ya da Samsun) usulü demokrasi.. İki ineğiniz var. Hükumet sizi, iki ineği izinsiz olarak apartmanda beslemekten tutuklar.
Doğrudan demokrasi.. İki ineğiniz var. Sütü kimin alacağına komşularınız karar verir.
Temsili demokrasi.. İki ineğiniz var.. Sütü kimin alacağına karar verecek adamı komşularınız seçerler.
Amerikan demokrasisi.. Hükumet eğer oyunuzu onlara verirseniz size iki inek (İki anahtar gibi) vermeyi vaat eder. Seçimden sonra başkan ineklerin geçmişi ve geleceği hakkında yalan söylemekten mahkemeye verilir. Basın olaya İnekgate adını koyar.
İngiliz Demokrasisi.. İki ineğiniz var. Onları koyun beyni ile beslersiniz. İnekler delirir.. Deli danalar doğurmaya başlarlar. Hükumet hiçbir şey yapmaz.
Bürokrasi.. İki ineğiniz var. Hükumet önceleri size "Bunları besleyebilir ve sağabilirsiniz" der. Sonra "Sütü sağmayın" diye para verir. Sonra iki ineği de elinizden alır. Birini öldürür, ötekini sağar ve sütü kanalizasyona döker. Sonra sizden kaybolan inekleriniz için form doldurmanızı ister.
Totaliterizm.. İki ineğiniz var. Hükumet ikisini de elinizden alır ve bu ineklerin asla var olmadığını açıklar. Süt içmeyi yasaklar.
Sürrealizm.. İki zürafanız var.. Hükumet ağız armonikası dersleri almanıza karar verir.
Kapitalizm.. İki ineğiniz var. Birini satar boğa alırsınız. Amacınız yeni inekler üretmektedir. Sonra internette bir site açar, herkese, özellikle yeni gelişen pazarlara boğa spermi pazarlamaya başlarsınız. Bir kaç hafta sonra komisyoncu firmalar bu yepyeni ve harikulade stok için yüksek fiatlarla devreye girerler. Hisse senetleriniz 10 centten 110 dolara fırlar. Bütün hisseleri satar, köşeyi dönersiniz. Hisseler birkaç ay sonra, sizin kurduğunuz işin hiç karlı olmadığı ve asla olamayacağı ortaya çıktığı için tekrar on cente düşer. Alıcıları temsil eden avukatlar ve Serbest Piyasa Kurulu peşinize düşer, firmanız hakkında sayısız dava açılır. Hepsi sizi sahtekarlıkla itham eder. Avukatlarla anlaşarak, bazılarını da satın alarak, tazminat davalarını kaparsınız. Ama devletin açtığı davalar devam eder. 10 yıl hapse mahkum olursunuz. Ama infaz ve af yasaları sayesinde sadece 7 hafta yatar, çıkarsınız. Çıkar çıkmaz da iki civciv alırsınız.
Hong Kong Kapitalizmi.. İki ineğiniz var. Bunların üçünü halka açık şirketinizde satarsınız.. Sonra kayınbiraderiniz adına aldığınız kredilerle dört ineğinizi de geri alırsınız. Beş inek beslediğiniz için hükumet size vergi iadesi öder. Mevcut altı ineğinizin süt haklarını Panama üzerinden bir Cayman Adaları şirketine devredersiniz. Bu şirket aslında sizin şirketinizin hisse senetlerinin çoğunluğunu elde tutanlar tarafından gizlice kurulmuştur. Cayman şirketi yedi ineğin süt haklarını tekrar sizin şirkete devreder. Şirketiniz satışların ertelendiğini açıklar. Yıllık rapor, şirketin sekiz ineği olduğunu, bir tane daha almak üzere bulunduğunu açıklar.
Siz bu arada kötü feng shui sinyalleri üzerine iki ineği öldürürsünüz.
Deprem.. Ordu.. İki yabancı gazeteci..
Deprem felaketi bu ülkenin en güvenilir kurumunun ordu olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Orduyu yıpratmak isteyen amaçları belli kişilerin yaydığı tüm dedikodulara rağmen, güneşi balçıkla sıvamak mümkün olmadı.
Bugün Türkiye'de aklı başında herkes çok iyi biliyor ki, depremin ilk anında olağanüstü hal ilan edilse ve deprem bölgelerinde yönetim tümüyle orduya bırakılsa, çok daha fazla can kurtulurdu.
Depremi yakından izleyen yabancı gazeteciler de, deprem ve ordu konusunu yazdılar.
Kesip sakladığım iki yazı var..
Birisini New York Times ve İnternational Herald Tribune'de Stephen Kinzer yazmış..
Ötekini İngiliz The İndependent'te Robert Fisk..
İkisi ayni tarihi taşıyor.. 23 ağustos.. Depremden beş gün sonra..
Kinzer, depremin yaralarını sarma konusunda ordunun nasıl yardımcı olduğunu yazısının başlığından başlayarak anlatıyor. Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun olayla yakından ilgilenişini, her şeyin yapılması için her emrin verildiğini naklediyor.
Fisk'in yazısı ise başlığından başlayarak yalan, iftira ve zehir kusuyor:
"Kürtleri öldürebiliyor ama çorba kazanı kaynatamıyorlar!.."
"Türk ulusunun savunucuları uluslarını savunmadılar" diye yazıyor.. "Ordu nerdeydi?" diye soruyor..
"Ordu hazır değildi. Ordu eğitilmiş değildi.. Bizim Nato eğitimimizle Kürt ayrılıkçılara karşı müthiş bir gerilla savaşı sürdürebiliyor, Kuzey Kıbrıs'ı işgal edebiliyor, ama geçen hafta test edildiği gibi depremde performansları acınacak düzeyde oluyordu. PKK üzerine Amerikan helikopterleri ile saldırabiliyor ama bir çorba kazanı kaynatamıyorlardı. Diyarbakır civarındaki Kürt köylerini boşaltabiliyor, ama İstanbul civarına bir 'Kurtarma Ünitesi' kuramıyorlardı. İnsanlar yardım için çığlıklar atarken onlar konvoylar halinde zırhlı arabalarında oturuyorlardı. Kazma kürek değil, otomatik tabanca taşıyorlardı."
Yazı devam edip gidiyor.. Daha fazla sinirlerinizi bozmamak için ben devam etmiyorum.
Kinzer ile Fisk'in yazıları niye akla kara?..
Kinzer, Türkiye'de yaşıyor. Görüyor, biliyor..
Fisk deprem için gelmiş.. Ya peşin hükümlü.. İçindeki kin ve nefreti kusmak için fırsat kollamış.. Ya da buraya geldiğinde etrafını artık çok iyi bildiğiniz ve tanıdığınız insanlar sarmışlar ve doldurmuşlar..
Yazının tümünden benim çıkardığım, ikisi birden..
"Binlerce insan enkaz altında ölürken, Orgeneral Kıvrıkoğlu Amerikalı Meslektaşı General Henry H. Shelton ile Anıt Kabri ziyaret ediyordu" diyecek kadar sömürü ve istismara boyut tanımayan çirkin kafa, kimbilir bu ülkenin hangi çirkin kafaları ile işbirliği halinde..
Allahtan televizyon var.. Allahtan her şeyi her gün görüyor ve ordunun ilk andan itibaren nasıl bir düzen içinde olaya el koyduğunu izliyoruz. Yoksa bu iğrenç yalanların içinde "Acaba doğrusu var mı?" diye düşünebilir insan..
Benim merakım şu..
Bu alçakça yazıya, Londra Büyükelçiliğimizin tepkisi ne oldu?..
Sonunda tüm İngiltere bunları okuyor. İnanan da inanıyor..
Sonra "Dünya bizi tanımıyor.. Tanıyan da yanlış tanıyor.."
Bu rezil yalanlar yazılıp çizilirken susup oturursak, dünya bizi nasıl doğru tanısın peki?..
Benzine zam!..
"Milleti millet yapan işte budur" diye anlatmıştı babam çocukken..
Hollanda'da, Amsterdam'da otobüs biletlerine durup dururken, ortada geçerli bir neden olmadan zam yapmış belediye bir gün..
Ertesi gün, hiç kimse dürtmeden, hiç kimse organize etmeden, ama sanki herkes sözleşmiş gibi kimse otobüse binmemiş.. Herkes işine yürüyerek gitmiş.. Yakın olanlar erken, uzak olanlar geç gelmişler tabii. İşler aksamış.. Ama insanlar "Bizim aylık bütçemiz var. Bu bütçe bu zammı karşılamaz" demişler ve ertesi günlerde de yürümeye devam etmişler..
Sessiz bir kıyamet kopmuş.. Yerel meclis dayanamamış, zammı geri aldığını açıklamış..
Ertesi gün beklemişler ki herkes işe zamanında gelsin..
Hayır.. Gene yürümüş millet sözleşmiz gibi.. Kurulmuş gibi.. Organize olmuş gibi..
Meclis bir daha toplanmış. Bilet fiatları eskinin de altına düşürülmüş ve insanlar yeniden otobüslere binmeye başlamışlar..
"Ayni bilinçle yatan, ayni bilinçle kalkan, gereken yerde uyarılmadan ve zorlanmadan ayni tepkiyi gösteren insanlar hem iyi millet, hem de çok iyi vatandaştırlar" derdi babam..