Parçalanmış hayatlar
Ünlü yazar Orhan Pamuk deprem gecesi yaşadıklarını ve deprem bölgesinde tanık olduğu dramatik öyküleri, İngiliz The Guardian gazetesi okuyucuları için "Paramparça olmuş bir dünyadan hikayeler" başlığı ile kaleme aldı.
The Guardian, Orhan Pamuk'un izlenimlerine bir buçuk sayfa ayırdı. Pamuk'un makalesini, kısaltarak yayımlıyoruz...
Geceyarısı ile sabah arası bir zamanda, Sedef adasındaki taş bir binanın ilk katındaki evimde deprem şokuyla uyandım. Yatağım ve üç metre ötedeki çalışma masam küçük bir teknenin fırtınalı bir suda sallandığı gibi şiddetli ve sert bir şekilde öne ve arkaya doğru sallandı. Yerin derinliklerinden gelen iğrenç gürültü sanki direkt olarak benim yatağımın altından geliyormuş gibiydi. İçgüdüsel olarak yataktan kalkıp gözlüklerimi bile takamadan kendimi bahçeye zor attım.
Her şey bir anda olup bitmesine rağmen dışardaki karanlık korku ve heyecan doluydu. Yer sarsıntısı adeta beynime işlemişti. Sallantı yerin altında bütün şiddetiyle devam ediyordu. (...) İlk sallantı 45 saniye sürdü ve belki de 40 bin kişinin hayatını kaybetmesine neden oldu. Sallantı tamamen durmadan bahçedeki yan merdivenleri kullanarak birinci kattaki karımın ve kızımın yanına çıktım. İkisi de uyanıktı ve karanlıkta korku içinde bekliyorlardı.
Çok geçmeden elektrikler kesildi. Hep beraber bahçeye indik. Korkunç sarsıntı durmuştu. Herkes şok halindeydi. Bahçe, ağaçlar, küçücük ada ve dik yamaçlar ise hep oldukları gibi aynı sesizlikteydi. Sadece benim şiddetli bir şekilde atan kalbim korkunç bir şeylerin olduğunu söylüyordu. O an birbirimize depremi tekrar kızdırmamak gerekir diye fısıldaşmaya başladık. Ardından birkaç küçük sarsıntı daha oldu. Yavaş yavaş sakinleştik. Daha sonra 7 yaşındaki kızım kollarımda uykuya daldı. Kızımla beraber bahçedeki hamağa uzandığımda Kartal tarafından gelen ambulans seslerini duydum.
***
Depremden birkaç gün sonra birçok insanın bu 45 saniyelik deprem boyunca neler yaşadıklarını öğrendim. Yaklaşık 20 milyon kişi depremi hissetti ve yerin derinliklerinden gelen gürültüyü duymuştu.
Bir hafta boyunca sadece birkaç saniyenin tanımı yapıldı ama ölümden pek söz edilmiyordu. Herkes kendi 45 saniyelik deneyimini bir başkasıyla paylaşmak istedi. Ve herkesin tek bir ortak görüşü vardı, "Eğer orada bu heyecanı yaşamadıysan, bu duyguyu anlaman mümkün değil"....
(...) Bazıları binaların öne-arkaya, sağa-sola sallantısıyla evlerinin başlarının üzerine yıkılacağını düşünerek uyanmıştı. Evler birbirinin üzerine yıkılmaya başladığında herkes komşusunun yanına koşarak onlarla birlikte olmak istedi. Enkaz altından çıkan birbirine yakın cesetler bunu açıklamaya yetiyordu. İlk sarsıntıyla birlikte saksılar, televizyonlar, dolaplar, raflar ve duvarlarda asılı olan her şey yere düşmüştü. Havada uçuşan bu nesnelerin sağa sola çarpmasıyla insanlar karanlıkta hiç bilmedikleri duvarlarla karşılaştılar. (...) Bazıları yaşlı ninelerin ve dedelerin yürüyecek halleri olmadığı için yataklarında ölümü beklediklerini anlattı. Bazıları sarsıntı sırasında balkonlara çıkmıştı ancak üzerlerine devrilen yan binanın çatısıyla birlikte yere inivermişlerdi. Bazıları o anda buzdolabından bir şeyler alıp ağzına götürmüş, ancak daha çiğnemeye fırsat bile bulamadan hemen tükürmüştü. Kimse ilk sarsıntıdan sonra hemen uyuyamadı. İçlerine sarsıntının gücü ve korkusu yerleşmişti. Biri sarsıntıyı şöyle yorumladı, "Sanki biri evi kaldırdı, salladı ve sonunda fırlatıp attı".
(...) İkinci gün bir arkadaşla birlikte bir tekneye atlayıp karşı kıyıya, oradan da gemi ile Yalova'ya geçtik. Biz oraya çağırılmadık, ben ve arkadaşlarımdan yazı yazmamız istenmedi. İçgüdümüz bizi ölen ve ölmek üzere olan insanlara doğru çekti. Sakin ve huzurlu adayı bırakıp korkunun içine gittik. Gemide herkes gazete okuyor ve olay hakkında sessizce konuşuyordu.
(...) Oraya vardığımızda son zamanlarda yapılan binaların yüzde 90'ının çöktüğünü ya da hasar aldığını gördük. Gördüğümüz manzara karşısında içimizde gizli tuttuğumuz yardım etme duygusunun ne kadar anlamsız olduğunu, yıkıkların altından insan kurtarma fikrinin umutsuzluğa dönüştüğünü anladık. Üç gün sonra ancak birkaç insan sağ çıkarıldı.
Yaralılara ancak bu bölgede kurtarma çalışmaları yapan Alman, Fransız ve Japon ekipler ulaşabiliyordu. Felaket öyle bir güçle gelmişti ki artık yardımın faydasına inanmak zordu. Tek umut birinin kolundan tutup çekmekteydi.
(...) Paramparça olmuş arabalar, yıkılan elektrik direkleri, camlar, telefon hatları, her şey bir yere savrulmuş. Okul bahçesine ve parklara çadırlar kurulmuş. Askerlerin sokakları kontrol altına alarak enkaz çalışmaları yaptığını gördük. Ellerindeki adreslerle akrabalarının oturduğu yerleri arayanları, adres soranları gördük. Bazıları bu olayın sorumlularını eleştirirken bazıları çadır için kavga ediyordu. Arabalarla temel gıdalar, süt ve kutu yiyecekler dağıtılıyordu. Askerlerle vinçleri ve kurtarıcılarla dolu kamyonları gördük. Çocukların oyuna dalıp gerçek dünyayı unutmaları gibi bir şey. İnsanlar sokaklarda birbirlerine kendi hikayelerini anlatıyordu. Felaketin herkese verdiği duygu dünyanın değişik bir yer olduğunu hissettirmesiydi. Hayatın kuralları değişmiş bir durumdaydı. Öndeki binaya yaslanmış bir oyuncak ev gibi duran evin mobilyalarına uzun uzun baktım. Halı bir bayrak gibi asılmıştı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Dolaplar, masa, oturaklar, sandalmye, minder, elektrik süpürgesi, bisiklet, gömlek, rengarenk elbiseler, ceket ve her şey yer değiştirmiş. Tül perdeler rüzgârda sağa sola savruluyor. Bütün bu olan bitenlerin arasında kendimi bu evlere bakmaktan alıkoyamadım. Bu manzara insanların ne kadar savunmasız olduğunu ve geleceğimize ait kararların çok az fikir sahibi olduğumuz insanlar tarafından alındığını ortaya çıkarıyor.
(...) Sokaklarda yürüdükçe felaketin fizik ve tarihimizi nasıl değiştirdiğini anladık. Dar bir sokakta tamamen yıkılmamış olan bir evin bahçesine girdim. Hiç kimsenin bir daha gitmeye cesaret edemeyeceği durumdaki bir ev. Depremden önce bu mutfaktan bahçeye bakan bir kadını hayal ettim. Camlar, tencereler, tavalar, saksılar şimdi bu bahçede palmiye ağaçlarıyla birlikte duruyordu. Birisi başka bir eve dayanan evi gösterip ailesinin orada olduğunu söyledi. Depremden sonra kurtarma ekipleriyle buraya geldiklerini ve onları çıkarmayı beklediklerini söyledi. Kütahya'dan gelen başka biri annesinin yaşadığı evin yerlebir olduğunu söyledi. Yığın eliyle gösterip ölülerini beklediklerini çıkardıktan sonra alıp götüreceklerini söyledi. Herkes ne yapacağını bilmeden sokak sokak dolaşıyor, enkazın önünde oturuyor veya bilmeksizin duruyor. Kurtarma ekibini çaresiz bir şekilde izleyip gözyaşı süzenler arasında canlı birilerinin çıkarılmasını beklerken uykuya dalalanlar da oldu.
***
(...) İki çeşit hasar var. Birisi orjinal şekli bozulmadan duran dolabın altüst olması gibi. Diğeri iskambil kağıtları gibi çok katlı binaların yerlebir olması. Üçüncü günde apartman boşluklarında canlı insan bulmak hâlâ mümkündü. Bazı binaların orjinal görüntüsünden eser yoktu. Toz-duman, beton yığını, mobilyalar.... Bundan sonra sağ birinin çıkacağından hiç ümit yok gibi. Bütün ölülerin çıkarılması ise çok zaman alacak. Ne zaman bir vinç bir beton parçasını kaldırsa herkes yorgun gözlerle altına bakıyor. Ne zaman ölü biri çıksa ağlama sesleri ve "Dün bütün gün yardım çığlıkları attı ama hiç kimse gelmedi" haykırışları yükseliyor. Kürekle açılan çukurlarda ceset görünmeden önce, araba krikoları, demir parçaları arasında ölmüş kişinin çeşitli kişisel eşyaları göz önüne geliyor; çerçevedeki bir düğün fotoğrafı, altın kolyeli mücevher kutusu ve giyecekler. Cesedin kokusu havaya yayılıyor.
Betonlar arasında ne zaman bir delik açılsa kurtarıcı ekip ve gönüllüler deliğe sızıp bakmaya başlıyor. Etraftaki kalabalık gözlerini çevirmeden takip ediyor. Herkesin söyleyecek bir şeyi var, çığlık ve sızlamalar duyuluyor. Beton arasına giren kurtarıcı kahramanlar bir çığlık duyduğunda hemen diğerlerine haber veriyor. Gürültüler arasında çok azının sesi işitilebiliyor.
Bütün bu görüntüler arasında anlaşılan tek bir şey var. O da enkaz temizleme çalışmalarının haftalar süreceği ve birçok ölünün çıkarılamayacak olması. Orhan Pamuk
|