Bazen bir mahalleden umut dolu bir ihbar geliyor: "Bir tıkırtı duyduk, yetişin."
Ekip hemen koşturuyor sözü edilen yere... Her göçük bir umut çünkü, her yıkıntı en az on can...
Altı katlı bir binanın sadece altıncı katı duruyor yeryüzünde... Diğer beş kat birbiri üzerine yığılıp ezilmiş. Altıncı kattakiler birkaç adım atıp çıkmışlar sokağa. Şimdi kurtarma ekipleri bu tür binaların en alttakilerine ulaşmaya çalışıyorlar. İşaretler öyle çok ki; kimi bir iniltinin izini sürüyor, kimi Mors Alfabesi'yle duvara vuran bir depremzedenin...
Kasklı bir genç, yıkıldı yıkılacakmış gibi duran beton enkazın içine tereddütsüz dalıyor. Az sonra dışarı "Susun" talimatı geliyor. Çıt çıkmıyor sokakta... Mahalle susuyor. Bütün gözler, kulaklar içerden gelecek sese kilitleniyor ve yerin yedi kat dibinden genç gönüllünün haykırışı duyuluyor: "Hey içerdeki! Sana ulaşabilmem için bana bir işaret vermen lazım. Bir yerlere vur, sesin duyulsun." Saatler gibi geçen saniyeler boyu, koyu bir sessizlik ve bu sessizliğin, Fransız ekip için tercümesi:
Bu tür öyle çok öykü var ki... Hangi ekibi dinleseniz bir başka hazin anı tırmalıyor kulakları:
"Dördüncü gün bir canlı ihbarıyla enkaza daldık" diye anlatıyor Zonguldak'tan koşup gelen bir gönüllü, "Saatlerce uğraştık, ama ulaştığımızda ölmüştü. Hem de birkaç saat önce... 14 yaşındaymış. Kimliği çıktı üzerinden. Baktık o gün yaşgünüymüş."
Aynı ekip bunun acısıyla önceki gün sekiz saat kazı yaptı bir başka göçükte... İçeriden cılız bir müzik sesi geliyordu kesik kesik...
Konuşmaya dermanı kalmamış bir felaketzedenin, saati aracılığıyla mesaj iletmeye çalıştığı düşünüldü. İnatla, azimle kazıldı duvarlar, ancak bir kafanın sığabileceği bir tünelden geçilerek sesin geldiği yere ulaşıldı. Ezilmiş duvarın dibinde bir yılbaşı kartı yatıyordu. Hani şu ortasına basıldığında müzik çalan tebrik kartlarından. Koca ekip tam sekiz saat o kart için uğraşmışlardı.
Şimdi yerle bir olmuş Elmas Otel'in önünde bir başka öykü anlatılıyor:
Kazı sonunda, otelde kalan bir mühendisin cesedine ulaşmışlar. Elinde otelin planları duruyormuş. Her nasılsa o telaşla bunları bulup bir çıkış yolu aramış, ama kimbilir hangi aşamada durmuş kalbi...
"Yeğenim 106 numarada kalıyormuş. Bir haftadır O'nu bekliyorum" diyor otel önünde gözü yaşlı bir adam. Yeğeni bir günlüğüne kursa gelmiş Sakarya'ya ve burada ölüme yakalanmış.
Ne olursa olsun umut kesmemek gerektiğini anlatıyor genç bir polis memuru:
"Karımı Erzincan'da 30 gün sonra çıkardık enkazdan" diye anlatıyor: "Mutfakta duvarla buzdolabı arasına sıkışmış: Eriyen buzların suyunu içmiş önce. Sonra dolaptaki yiyecekleri yemiş. Çürümüş sebzeleri kemirerek hayatta kalmaya çalışmış. Şimdi sapasağlam ama asla sebze yemiyor."
Ne kadarının gerçek, ne kadarının düş ürünü olduğunu kestiremediğimiz yüzlerce deprem öyküsü her dakika çalınıyor kulaklarımıza. Her bir enkazın altından fışkıran ders kitapları, gözlükle, patikler, bir hafta öncesine kadar orada varolan hayattan işaretler veriyor.
.. Ve yerüstünde her yüz, her ağız ayrı bir derdi, ayrı bir sorunu anlatıyor. Depremzedeler ortada devlet görevlisi göremedikleri için gazetcilere, gönüllülere ve kimi bulurlarsa ona döküyorlar içlerini...
İlk gün bir helikoptere bindirdikleri yaralılarını arayan köylüler, Bursa Öğretmenevi'nin depremzede öğretmenleri parayla ağırlamasından yakınan öğretmenler, yardım isterken "ben falanca milletvekilinin yeğeniyim" diye lafa girenler yüzünden eli ayağı titreyen üsteğmenler başını sokacağı bir çadır için yanında el kadar torunlarıyla valiye ulaşmaya çalışan gözü yaşlı neneler, hepsi... Hepsi... Başlarından geçen korkunç olayların yükünü sırtlarında taşıyarak çare peşindeler.
Adapazarı ağlıyor.
Göçüklerde son nefesler verildi.
Depremde sağ kalanlar ise perişanlıktan son nefeslerini vermek üzereler.
Yetişin!..
Çadır, aşı, ilaç, şefkat lazım.
Yetişin!..