Korku motel
"Türk halkı çalışkandır, uyumludur, hatta kendi koşullarını kendisi yaratır." Mega-kent İstanbul, iki günde başka türlü nasıl "çadır-kent"e dönüşebilirdi?
İzmit-Avcılar enleminde iki gündür, depremin adeta bir "toplu mezar"a dönüştürdüğü yıkıntıları arasında dolaşıyorum. Yıkıntıların fotografisi gerek radyoların "söz"ü, gazetelerin "yazı"sı, gerekse televizyonların "ekran"ı aracılığıyla uykusuz gözlerimizin perdesinde yansımakta...
İki gün, üç gecedir ben de eşim ve oğlum ile bir küçük arabanın içinde gecenin serinliğini nefeslerimizle ısıtarak sabahlamaktayım. Muhtemel ki bu gece de öyle olacak... Çünkü Tekirdağ'dan Düzce'ye, bütün bir ahali de benim gibi yapmakta...
Sahi, ben o "ahali"den değil miyim?
Halkımız layığını bulur
Sosyolog-ekonomist yazarlarımız daha sonra sentezini-analizini yapacaklardır. Hatta yapanlar da olmuştur. Diyeceklerdir ki:
"Türk halkı çalışkandır, uyumludur, koşullara uymasını bilir, hatta kendi koşullarını kendisi yaratır."
Doğrusu, bırakın Tekirdağ-Düzce eksenini, koskoca bir "mega-kent" olan İstanbul, iki gün içinde başka türlü nasıl bir "çadır-kent"e dönüşebilirdi?
TEM yolunda yeni dikilen ağaç fidanı destek kazıklarının, bir anda asil halkımızın yıllardır uygulayageldiği piknik-çadırlara payanda olması başka türlü nasıl açıklanabilirdi? Ama bu tür soruların sentez ve analizlerini yapmak benim işim değil... Ben gördüklerimi aktarayım.
Avcılar'a düştü yolum
Dün, depremden İstanbul'da en büyük darbeyi yiyen Avcılar üzerine düşürdüm pusulanın gölgesini...
İşte o pusulanın kadranına yansıyanlar:
Florya-Sefaköy yolunu bir ejderhanın yeşil dili misali kesen ayrım noktasında duruyorum.
Bir deprem yıkıntısından alınma dört tahta parçası üzerine gerilmiş bir battaniyenin altına sığınmış, üç erkek, dört kadın, ikisi kız, üçü erkek beş çocuk...
Eksoz kokusu, bir kış günü bacadan tüten duman misali battaniyenin gölgesine sinmiş... Kadınların en yaşlısı, bir eski yastığı ağaran saçlarına dayanak yapmış... En genç olanı, gelin olmalı herhalde, termosta çay demlemiş... Erkekler, bağdaş kurmuşlar, bir ellerinde sigara, ötekinde çay bardakları... Yine kadınlardan biri, öğle yemeğinden kalma plastik tabakları bir sünger ile silmekte... Üç ailenin sığınağı bir çadır bu...
Kapısının önünde de Toros marka bir beyaz otomobil... Bir "merhaba"dan sonra, bedenime uygun bir gölge parçası ayarlayıp ben de çadırın altına giriyorum.
Hısım akraba gibiyiz
Doğu Anadolu'nun bir dağ köyünden hısım-akrabasını görmeye gelmiş bir misafir edasıyla bir bardak çay da ben yudumluyorum, şu kahrolası ağustos sıcağının demir zırhını delerim niyetiyle...
Erkek taifesi, "gıda" sektöründe çalışmaktaymış... Sektör üzerine fazla bilgi vermiyorlar, çünkü işler kesat gittiğinden bu sektörden gazete dağıtım işine atlama niyetindeler. İki gündür bu Florya-Sefaköy yol ayrımını mekân tutmuşlar. Ya yıkıldıysa korkusuyla ürkerek "Eviniz nerede?" diyecek oluyorum.
"Karşıda" diyerek Florya yolunun öte yakasını gösteriyorlar. Çok şükür, evlerinde bir "zayiat" yok. Ama korkudan buraya sığınmışlar. Erkekler, gündüzleyin eve gidip gerekli öte-beriyi çadıra taşıyorlar.
Yaşlı kadın, başını yastıktan kaldırarak, "Allah göstertmesin" diye söze başlıyor. Sözün arasına giriyorum.
"Anne nerelisen?"
"Gümüşaneliyem" diyor kestirmeden.
Bu kez o soruyor:
"Nerden annadın?"
"Benim anneannem de Erzurumlu'ydu ve senin gibi konuşurdu." diyorum.
"Doğrudur" diyor, "Elzurum ile Gümüşanenin lafı birbirine benzer."
Daha düne kadar hastanedeymiş, deprem olunca oğulları yanlarında olsun diye alıp buraya getirmişler.
Oğullar da memnun, gelinler ve torunlar da... Ne de olsa havadar bir mekân... Bu ara büyük oğul giriyor söze: "Bu kendi evim değil, ayıp olmasın ama üç-beş kuruş yatırım hesabına bizim de iki-üç evimiz vardır. Kendi evimden tırnak kadar sıva dökülmedi. Fakat bu kira evinde duvarlar çatladı. Korkum, evin yıkılacağından değil. Depremin o uzun sürmesinden dolayı korkuyorum. Ya yine öyle uzun süren bir depreme yakalanırsak, işte o korkuyladır ki bu çadırda yaşıyoruz. Herhalde bir uzun müddet de yaşayacağız."
"Geçmiş olsun" dileğimi, çay tabağının kenarına iliştirerek az ötedeki Florya kavşağına çıkıyorum.
Köy mezrasından çayırlık
Florya kavşağı dedikleri de, köy muhtarlığının "imece" defterine kayıtlı bir çayırlık alan... Kimi daha yeni kurmakta naylondan konutunu, kimi kilimlerle, battaniyelerle bezeyerek çoktan kurmuş... Kimi çocuklar bisikletten atlarıyla çadırlar arasında zorlu bir koşuya durmuş... Kimi çadır kurmakta babasına yardım etmekte... Bebeler, gülücüklerinin güzelliğini güneşin avuçlarına bırakmışlar... Kimi kadın akşam yemeği telaşında, kimisi çeyiz niyetine olsa kızına-torununa "iş" işlemekte... Kilimden bir çadırın kapısı önünde duruyorum.
Kadınlar, yüzlerini görmek ne mümkün, ama kapı önüne vuran gölgelerinden çadıra zor sığıştıkları anlaşılıyor. Adam, deri sektöründe çalışıyormuş... Evi, yolun öte geçesinde. Kiracı imiş, duvarlar boydan boya çatlamış... Belediye de evi "oturulmaz" diye mühürlemiş...
"Gerçi" diyor, "Mühürlemese de kim oturacaktı? O geceki depremin o uzun süren korkusu var ya, işte o korku attı bizi buraya... Hava temiz, çocuklar çayırda oynuyor, hanımlar işini yapıyor. Bizim sektörde ise üç yıldır zaten iş yok. Bu yüzden işe gitme mecburluğu da yok. Akşamları kahveye filan çıkıyoruz işte. Onun dışında günümüz burada geçiyor."
Bu sırada elinde 5-6 çıtayla bir adam geliyor.
"Satıyor musun bunları?" diyecek oluyorum.
"Yok" diyor, "o kayınpederim."
Korkudan da korkulur mu?
Anlıyorum ki, üç gece iki gündür boynuma bir kaşkol niyetine doladığım o "korku", yalnız bana özgü değil...
Bu çadırlar ve içini dolduranlar da aynı sıkıntının çemberindeler.
"Korku motel" diye iki kelime düşüyor ağzımdan çayırların sararan yaprakları üzerine...
Eğilip almak istiyorum. Ürperiyorum...
Refik DURBAŞ
|