|
|
Kapadokya bir garip yer
Bir büyük bilinmezin nöbetçileri gibi, kıvrım kıvrım, ağaçsız, otsuz öylece yuvarlanıp giden sonsuzluğun ortasında dikilen gizemli peri bacalarının ülkesine gidiyoruz
Dört bin metre yükseklikte karşılaştım onunla. Hemen sağ tarafımdaydı. Görür görmez de aşık oldum. Gözlerimi bir türlü ayıramıyordum ondan. O bembeyaz yorganlar misali uzanıp giden sonsuz uykuyla dolu karlı sırtlarından, kızılımsı, sert, tehdit edici yamaçlarından... Erciyes, yirmibeş milyon yıldır her şeyi bilen, gören Erciyes bende yalnızca tek bir duygu uyandırmıştı: İtaat. Ve belki de derinlerde bir aşk...
Erciyes ve ben
Biliyordum, emindim; o, benim su sineği kadar kısacık, küçücük dünyama girmişti ve ben artık nereye gitsem, ne yapsam o sivri zirveleri hep yanımda taşıyacaktım, gece ve gündüz... Dünyada ve düşte... Her yirmidört saatte... Ama korkmadım bu beni aşan duygudan. Kayseri Havaalaanı'nan inen küçük uçağa minnetle baktım çantalarımızı alıp arabamıza binerken. Bizi gök katında tanıştırdığı için.
Erciyes ve ben... Ve bir de altımızda medusalar gibi yayıla yayıla giden, kenarı iğne oyası misali sarp kayalarla bezenmiş, sarının da sarısı platolar; etrafımızda Margritte'in tablolarından çıkıp gelmiş o "iğne batmaz mavi atlas" gökyüzü; çocukluğumda peşi sıra kimbilir kaç sokak koştuğum pamuk helvacısının tezgâhından fırlamış ve kimbilir hangi rüzgârla bu yücelere savrulup gelmiş sakız gibi bulutlar... Ürkütücü vız bızlarla açılıp kapanan bir çift çelik kanat... Bir ses:
-Kemerlerinizi bağlayın, iniyoruz.
Peki ama nereye? Nereye mi? Sönmüş yanardağlar ülkesine... Ateşle, külle, çamurla, acıyla mayalanmış şarabın yeraltındaki ülkesine; kartalların, şahinlerin, karakuşların kanat seslerinin göğe yükselen karanlık basamaklardaki ayak sesleriyle kanon yaptığı baba-oğul ve kutsal ruhun ülkesine; ipek yüklü deve kervanlarının dünyanın gelmiş geçmiş en serin, en gölgeli ve en sade taş kemerlerinin altında dinlendiği kervansarayların ülkesine.. Bir büyük bilinmezin nöbetçileri gibi, kıvrım kıvrım, ağaçsız, otsuz öylece yuvarlanıp giden gri beyaz dalgalı sonsuzluğun ortasında dikilen gizemli, esmer peri bacalarının ülkesine...
Ağzımız bir karış açık
Biraz sonra Kapadokya'nın sırlarla cümleleşmiş topraklarında, arada bir çamur köpüklü Kızılırmak'ın üstünden geçe gidiyorduk İç Anadolu'nun kavuran sıcağında. Bir ağaç mı arıyordum gölgesinde dinlenecek, bir su mu arıyodrdum içimi serinletecek, içinde serinlenecek? Cevabım hep yanıbaşımdaydı; karlı dumanlı Erciyes... Başımı kaldırıp baktığımda o hep oradaydı. Kendinden emin, görmüş geçirmiş bir bilgelik içinde ayağa kalkmış duruyordu, başında dikenli beyaz çiçeklerden yapılmış bir tacı mı vardı ne, yoksa kızıldan başlayıp yeşile dönüşen bir pelerin miydi geniş dalgalar yaparak aşağılara dökülen yamaçlar?..
Erciyes'in etekleri bir tarafta bereketli buğday tarlalarıyla kucaklaşıp sonsuz ufuklara doğru uzanırken, bir tarafta bu dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayacak kadar oyuncaklı bir yerel şekillenme içindeydi. Avanos'u geçip de Göreme'ye doğru döner dönmez ağzımız bir karış açık kalmıştı gördüklerimiz karşısında. Tepesi şapkalı, mantarımsı peri bacaları, tüf kayalar içine oyulmuş karınca yuvası gibi binlerce mağara...
Gölge etmeyen bu yüceliğin belli ki bir de çocukluğu vardı.
Uçhisar Kalesi'ne bakan odamızda kahvelerimizi içip hemen fırladık dışarıya. Kendimizi yöreyi çok iyi bilen rehber dostumuz Ali'ye teslim ederek. İlk durağımız Göreme Açık Hava Müzesi'ydi. Burası, bugünkü Kapadokya'nın üç önemli vadisinden biri. Diğerleri Ihlara ve Soğanlı vadileri.
Bugünkü Kapadokya diyorum, çünkü şu andaki sınırlarıyla eskisinden çok daha küçük bir bölgeye bu ad veriliyor. Kapadokya binlerce yıl önce bir tarafı Karadeniz'den Toroslar'a, bir tarafı Fırat'tan neredeyse İç Ege'ye kadar uzanan bir geniş alanın adıymış. Anadolu'da bulunan en eski insan yerleşimleri bu yörede. Aşıklı Höyük'te yaklaşık M.Ö 8000 yılına ait bulgular tespit edilmiş (Neolitik dönem). Bunların arasında bana en enteresan geleni, bir oda tabanında bulunan insan iskeletleri oldu. 20-25 yaşlarında bir kadına ait olduğu düşünülen iskeletin kafatasındaki bir delik, arkeologlara ilk beyin ameliyatı denemesinin yapıldığını düşündürüyormuş, bir diğerinin çene kemiğinde ise ilk otopsi deneyiminin izleri varmış. Şu insanoğlunun merakı... Bizi uzaya taşıyan bir büyük merak.. Bu höyükte yaşayanlar henüz çömlek yapmayı, yani seramiği bulamamışlardı oysa..
İlk kap kacak
Bir başka enteresan höyük olan Köşk Höyük'te tespit edilmiş ilk kap kacak. İrili ufaklı tapıl kapları, su tesbtileri vs. Buranın tarihi de M.Ö 7000 civarıymış. Ne yazık ki bunları gözlerimizle göremedik, ama Şahenk Holding'in çıkarmış olduğu Kapadokya isimli mükemmel çalışmada bölgeye ait herşey, jeomorfoloji, coğrafya, tarih ve sanat açısından, konuya gönül vermiş uzmanların kaleminden ve objektifinden detaylı olarak aktarılıyor. Buraları merak edenlerin mutlaka edinmesi gereken bir kitap "Kapadokya." Geziye çıkmadan önce neredeyse yutarak okumuş olduğum için arada Ali arkadaşın sözünü kesip ukalalık etmeyi ihmal etmiyordum. O ise süzülmüş bir nezaketle dinliyordu beni.
Evet, Göreme Vadisi en dibinde ağaçlıkların bulunduğu, çevresini içine yüzlerce mağaranın oyulduğu tüf tepelerin kuşattığı, peri bacalarıyla dolu bir garip yer. Doğal basamaklar delik deşik yamaçların arasında dolanıyor. Çeşitli boyutlarda bu mağara ağızları; kimi daha geniş, kimi iyice küçük.
İçlerinden birine giriyoruz. Bir serin kilise. Duvarlarda renk renk freskolar. Hıristiyan dünyasının kutsal hikâyeleri resmedilmiş ustalıkla. Öğreniyoruz ki bu yöre ilk Hıristiyan aleminin bir çeşit okulu imiş; rahipler, rahibeler burada kendilerini Tanrı yoluna adamış bir biçimde yaşarlarmış. Zamanla bir çeşit dini merkez halini almış bu bölge. Elmalı Kilise, Karanlık Kilise, Kızlar Manastırı, Erkekler Manastırı buradaki önemli dini mekanlardan sadece birkaçı.
Karın doyurmaya Avanos'a
Bu mekânlardan hiç ayrılmayan din adamlarının nasıl yaşadıklarını merak ettik; ne yerlerdi, ne içerlerdi bu insanlar? Güvercinlik denilen, kuşlar için oyulmuş küçük delikleri gösterdi rehberimiz. Aşağıdaki vadide kısıtlı bir tarım yaparlarmış, cılız toprağı zenginleştirmek için de kuş gübresinden yararlanırlarmış. Güvercinlerin yararları bununla bitmiyordu; hem etini yerlermiş bu hayvanların, hem de tehlikeli dönemlerde saklanmak zorunda kaldıklarında haberleşmede kullanırlarmış.
Gördüklerimiz ve öğrendiklerimiz çok ilginçti, ama doğrusu insanın karnı acıkınca bunları aynı ilgiyle izlemek zorlaşıyordu. Çevre okullardan gelen öğrenci grupları ve bir avuç Japon'dan başka turistin olmadığı bu Hıristiyan aleminin yarı hac mekanını bırakıp karnımızı doyurmak üzere Avanos yoluna koyulduk.
Yarın: Kızılırmak gerçekten kızıl mı akar?
Solmaz KAMURAN
|
Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır
|