-Pencereden ışık sızıyor.
Işık sızarsa İstanbul bombalanırdı.
Büyük Savaş yakıyordu dünyayı... Türkiye tarafsızdı, ama ne olur ne olmaz. Hitler'in kafası zaten bozuktu: "-Bomba yağdırın Türklere!.." diyebilirdi. Veya Hitler'in can düşmanı Stalin bizi hiç sevmediğinden: "-Türkiye'yi bombalayın" emrini verebilirdi.
Dayım diyordu ki: "-Almanlar da, müttefikler de tarafsız kaldık diye bize kızıyor". Ben atılıyorum "-Onlara ne yaptık, niye kızıyorlar?" diye soruyorum. Gülümsüyor: "-Sen daha anlamazsın. Okula gidince öğrenirsin" diyor.
Meğerse, savaşanlar Türkiye'yi de aralarına çekmek istiyorlarmış. "Tarafsız" kalıyoruz diye kızıyorlarmış. Dayım diyordu ki:
-Stalin, Türkleri ensesinden tutalım, kedi yavrusu gibi... Savaşın ortasına atalım demiş. Bu yüzden bir gece bombalarlar bizi ha...
"Anneanne" dediğim Saraylı Levandit hanım, saraylılara özel konuşmasıyla söyleniyor "Paçası çamurlu Rus. Ne isteor bizden. Ah, ne günler yaşaoruz. Rahmetli efendimiz sağolaydı."
Soruyorum: "-Anneanne. Rahmetli efendimiz kim?"
Annem -Sultan Abdülhamid.., diyor.
-Efendimiz Sultan Abdülhamid Han Hazretleri.., diye tamamlıyor anneanne.
Halının üstünde teneke otomobilim ile teneke atımı yarıştırıyorum.
Dünya yanıyor. İstanbul'da "karartma" var. Kocaman kara kara kâğıtlar getiriyor babam eve... Sonra pencerelere tutup ölçüyorlar.
Babam: "-Tam keselim ki, ışık sızmasın.., diyor.
İtina ile siyah kâğıtları kesiyor babamla dayım. Dayım; İnhisarlar İdaresi'nde yüksek memurmuş. Yâni Tekel'de. Annem derin bir kapta hamur getiriyor. Hamur en iyi yapıştırıcı. K ağıtları pencereye hamurla yapıştırıyorlar. Kara kağıtlar ışık geçirmediğinden geceleri lamba yakabiliyormuşuz. Azıcık ışık dışarıdan görünse bekçi sopasıyla kapıya vuruyor. O gece öyle oldu. Işık sızıyormuş. Camın kenarına biraz daha kara kağıt istiyor.Babam "-Lambayı söndürüp yatalım, yarın hallederiz pencereyi.., diyor. İdare lambası başucumuzda yatıyoruz.
İdare lambasını çok severdim. Minicik gaz lambası, oyuncak gibiydi. Büyük işler görürdü. Tuvalete onunla giderlerdi veya başka bir iş görmeye... Elektrik lambası yakılmazdı, ışık sızmasın diye. "İdare" denmesinin sebebi; az gaz harcaması, idareli yanmasıydı.
"Ah nerede Yıldız Sarayı'nın has ekmekleri"
Sabah kahvaltısının kokusunu ne severdim. Mis gibi kara ekmek kokusu... Kuzinenin üstündeki ızgarada kızarırdı. Annem: "-Haşlanırsın" diyerek mutfağa girmemi yasaklamıştı. Ama ben pundunu bulup dalardım. İşte kuzine. Lokomotif gibi... Bir vagonları eksik. Simsiyah parlıyor. Tam ortasındaki demir kapı cehenneme açılıyor ha... Süslü sarı kapı kolunu tutup açtığında dayım, cehennem ateşini görebilirdim.
Ne kadar çok iş yapardı kuzine. Fırını, ızgarası, yemek pişirme ocakları vardı. Kocaman, simsiyah bir sandıktı. Köşeleri, kapıları, sarı kollar, gümüş rengi köşebentlerle süslüydü.
Kuzinede kızartılan ekmeğin adı "kara ekmek" veya kimine göre "esmer ekmek" idi. Savaş yıllarında ekmek "karne" ile alınıyor.
Dedem elimden tutardı, Beşiktaş Kaymakamlığı'na giderdik. Dört veya beş yaşlarında olmalıyım. Nüfus Kâğıdıma "küt küt" damga vururlardı. Neden acaba? Okumayı öğrenince nüfus kağıdıma baktım: "İkinci Teşrinevvel Ekmek Karnesi verilmiştir" yazıyor veya "Teşrinisani Ekmek Karnesi".
Farsça olan "Teşrinievvel" sonra Ekim ayı yapıldı. "Teşrinisani" ise Kasım ayı. Damgalar nüfus kâğıtlarına basıldıktan sonra "ekmek karneleri" verilirdi. Tabaka kâğıt halindeydi ekmek karnesi. Her ekmek için, tabakadan bir pul kopartılıyordu. Sonra yine dedemle fırına giderdik. Akaretler'den Beşiktaş'a inerken soldaki son iki üç binadan birisi fırındı. Halâ duruyor o binalar... Fırının yanında iki üç mezar vardır.
1944 yıllarında, Amerika Seferberlik Yiyecek Komisyonu fırıncıları uyarmış: "-Ekmekte hırsızlık yapmayın. Ful B vitaminleri alınmazsa halkımızda kansızlık başlar.." diye ve ağır cezalar getirmiş. İngilizler ise Almanların hışmına uğradıklarından aç bilaç dolaşıyorlarmış. "Avrupa'da fare bile yiyorlar, kedi köpek kalmamış.." derlerdi.
Biz 1 pula, çok şükür bir kara ekmek alırdık. En sağlıklı ekmek olduğunu söylerdi babam: "-El değmemiş undan yapılan ekmek her derde devadır. Bakın; köylüler neden aslan gibi" derken, Saraylı Levandit hanım söylenirdi:
-Ah nerede Yıldız Sarayı'nın has ekmekleri, francolaları...
Ihlamur'a giderken soldan bir yokuş Nişantaşı'na çıkar dayımın konağı, işte oradaydı. Sokak "Arnavut kaldırımı" denilen taşlarla örtülmüştü. Taşların arasından fışkırırdı yemyeşil otlar... Aralarında geniş bahçelerin olduğu konakların boyası hafızamda hep "açık çini kırmızısı" gibi kalmış. Bir tek apartmanın olmadığı geniş yokuş...
Bütün aile dayımlarda kalıyorduk. Çünkü; babam seferberlik gereği kömür madenlerinde üretimi artırma görevine atanmıştı. Karadeniz Ereğlisi-İstanbul arası gidip gelmek zordu. Kara yolu yoktu. Sadece "kırık dökük vapurlar" yolcu taşırdı. Bir de Karadeniz'in öfkeli dalgalarına yakalanırsa; Ya kara, ya ölüm... "Bize bir şey olmasın" diye yalnız gitmişti.
Dayımın evinin yakınında bir de bakkal vardı. Buzdolabı olmadığından ılık Olimpos gazozlarını kasadan verirdi. Kocaman yumurta gibiydi Olimposların şişesi... Bakkalın oğlu da, Abdülvahit Turan Yeni Hayat satardı. Yarım kibrit kutusu büyüklüğünde, yarım santim kalınlığında, parlak kağıtlara sarılmış Şekerlemelerdi... Yumuşak, ciklet gibi... Parlak "Yeni Hayat" kâğıtlarına dönemin ünlülerinin resimleri basılıydı. Devlet büyükleri, futbolcular, artistler, şarkıcılar... Her resmin bir de numarası vardı. En kıymetlisi de "100 numara" imiş. Meslekler serisinden olan 100 numaralı resim: Kahveci Güzeli imiş . Bunu da dostumuz Ressam Kirkor Zarifyan, yazar Ergun Hiçyılmaz'ın Aynalı Pasajdaki dükkanında anlattı. Kirkor küçükken bir "100 numara" bulmuş, büyükler dövüp elinden almışlar. Ne anılar.. Zaten Ergun'un dükkânı öyle bir mekân ki; oradaki eski kitaplar,dergiler fotoğraflar alıyor beni ve uçuruyor çocukluğuma...
Rakı şişeleri bardağa çevriliyordu. O bardaklarda içilen çayın tatlandırıcısı kuru üzümdü. Şeker nerede... Bir de jiletler bilenirdi o bardaklarda. Bir jileti bir ay kullanmayan sakallı gezmek zorunda kalırdı. Babam o yokluklarda söyleniyordu: "-Ali Baba diye birisi İsveç'te, bu kıtlıkta yemek kitabı yazmış, radyodan dinledim.. Allah, Allah.."
Hitler'in karikatürü vardı Mizah Dergisi'nin kapağında. Barış güvercinini dişlemişti. Güvercinin kanları, Hitler'in ağzının kenarından sızıyordu. Ve Hitler haykırıyordu: "-Ağzımla kuş tutuyorum, yine dünyaya yaranamıyorum."
Annemle dayım, haberler saati gelince radyo başı yapardı. Kötü bir haberden korkarcasına...
Radyo haberlerinde duyardım "-Almanlar, Rusya cephesinde büyük kayıplar verdiler. Almanlar, Bulgaristan ve Yunanistan'ı istila etti, sınırımıza dayandı.." gibi. Almanların, Fransız direnişçilerin 9 ton Rokfor peynirine el koyduğunu radyo duyurdu. En hızlı iletişim aracıydı.
Radyosuz yaşayamazdık. 1945 yılında; İstanbul'da: 72.416, Ankara'da: 21.622, İzmir'de: 13.721, Bursa'da: 6.761, Eskişehir'de: 5559 ve Hakkâri'de: 24 radyo varmış.
Radyoda klasik müzik çok çalınırdı. Bir de Tarihi Türk Musikisi. İkisini de dinlediğimde uykum gelirdi. Bizim "Tarihi Müzik" uyutur, uyandırmazdı. Klasik müzik durur durur bir gümlerdi, korkuyla sıçrardım. Radyolar da şaşırmış, hangi yabancı bestecilerin eserlerini çalsın. Wagner çalsa olmaz "Türkiye, Almanya sempatizanı " derler. Çünkü Hitler, Wagner hayranı...
Sinemalarda çok eski filmler oynuyordu. Savaş öncesi, ben doğmadan çekilmiş yapımlar... Ben bayılırdım 1936 yapımı "Baytekin" ve "Kovboy Ken Maynard ile atı Tarzan"ın maceralarına. Walt Disney'in "Fantasia"sı savaş öncesinden kalmış hazineydi. Şarkıcılardan; Bing Crosby, Amerika'da bir numaraymış, Türkiye'de de Münir Nurettin.
Bütün bunlar "miş" elbette. Ben o sıralar, ilkokula başlamamıştım bile. İlkokula beş yaşında başladığımın onbeşinci gününde Ereğli'ye yollandık. Babam daha fazla yalnız kalamazdı. O gemi yolculuğunun kokuları halâ burnumda. Bütün güverte yolcu ve onların tavuklarıyla doluydu. Koskoca kafeslerden yayılan tavuk kokusu midemizi altüst etmişti. Kamaraların içine sızıyordu koku ve ardından fırtına... Dalgaların ıslattığı insanlar, feryat eden tavuklar... Karaya zor çıkmıştık. Ereğli'de liman yoktu, uzun bir mesafeyi dalgalarla boğuşarak kayıkla aldık. Biz karaya çıktık, altı ay sonra savaş bitti.
Haydi dön İstanbul'a...