Hastaneden naklen...
Profesör Doktor Mehmet Haberal ile asansöre bindik... İkinci kata çıktık... İkinci kat, yoğun bakım katı.
Asansörden inince, hemen karşıda bir koridor var.
Koridorun solunda da "hastanın odası."
"Hasta" Devlet Bakanı Hikmet Uluğbay.
Odaya doğru yürüdük.
Kapının önünde "dört kişi" bekliyordu.
İkisi "polis üniformalı."
Diğer ikisi "sivil."
Belki onlar da polis.
Ya da hastane personeli.
Hoca "Gir" dedi.
Girdik.
Kapının tam karşısında bir yatak.
Yatakta Uluğbay.
Eğer Prof. Haberal "İşte Hikmet Bey" demese...
Yatanın Devlet Bakanı Uluğbay olduğuna inanmak olanaksız.
Sağa baktık, sola baktık, ne yapacağımızı şaşırdık.
Sonra saate baktık.
11.05.
Hoca "Sakin ol" dedi.
Odada sekiz kişiydik.
Yatakta "hasta."
Ayakta Haberal Hoca, doktor hanım, dört hemşire ve biz.
- Hocam, Hikmet Bey'in eşi bu odaya girdi mi?... Eşini bu durumda gördü mü?
- Hayır.
- Ya ameliyata?
- Hayır, hayır.
- Nedret Hanım nerede?
- Beşinci katta... Dinlenmesi, sakinleşmesi gerekiyor... Uyuttuk... Oğlunu da.
ÇOK ŞÜKÜR
Uluğbay çiftiyle geçen kış, bayramda, Kızılcahamam'da birlikte olmuştuk.
Yener Dinçmen ve eşi de vardı.
Sabahları onlar, Tansel-Emin Çölaşan çifti ve biz, karda uzun yürüyüşler yapardık.
Hikmet Bey daima "sakindi, sevecendi."
Yoğun bakım odasına girince sanıyorduk ki "yine o hafif tebessüm eden... Nazik... Sıcak Uluğbay ile" karşılaşacağız.
Ama "gördük" ve donakaldık.
Gördüğümüz "koskoca bir baş."
Sanki Hikmet Bey'in başı gitmiş, yerine "iki... İkibuçuk kat büyük" bir başka, baş gelmiş.
"Hoca" dedik.
Hoca, böyle durumlara alışık.
Sakin, sakin konuştu:
- Travma... Operasyon... Bu kadarına şükrediyoruz.
- Hocam, Hikmet Bey'in sol gözü mosmor... Sağ gözü, sol kadar olmasa da... Yine mor... Neden?
- Burunda kırık var... Ameliyat oldu... Morarma doğal.
BİYONİK ADAM
Hastanın kollarında, göğsünde, başında kablolar var.
Hasta "biyonik adam" gibi.
Neresine baksak "hortumlar."
"Kablolar."
Kabloların arasında bağlantılar.
Yatağın sağında, solunda... Arka tarafında elektronik aygıtlar.
Çeşit, çeşit bilgisayarlar.
- Hocam, bunlar niçin?
Prof. Haberal:
- Bak bu tüp... Nefes alması için... Ama makineye bağlı değil... Bu çok önemli.
- Yani?
- Doğal nefes alıyor... Makineye bağlı olarak değil.
- Hocam, diğer kablolar... Bağlantılar... Şu ekranda görünenler? Nedir bunlar?
- Serum veriyoruz... Sonra, kalp atışını sürekli izliyoruz... Beyin fonksiyonları kontrol altında... Sonra tansiyon... İdrar...
- Hocam, tam on iki kablo saydım... Baştakiler hariç.
- Bütün hayati fonksiyonlarını izlemede tutuyoruz... Bak, monitörde göreceksin.
Tebrikler Prof. Mehmet Haberal.
Tebrikler Başkent Hastanesi'nin 237'si doktor olmak üzere, 1160 personeli.
Atatürk'ün Anıtkabri'nin bitişiğinde "Atatürk'ün modern Türkiye'sine layık" bir hastane yaratmışlar.
Onlarla gurur duyuyoruz.
PİLOT KABİNİ GİBİ
Hoca, doktor hanımla konuşuyor.
Konuşma "bilmece gibi."
Prof. Haberal "tıbbi deyimler" kullanıyor.
Doktor hanım da.
Ancak konuşmada sık sık "nefes" sözcüğü geçiyor.
Ve Haberal Hoca'nın yüzü gülüyor:
- İyi... Devamlı takip edin... İyi...
Soruyoruz:
- Hocam, ne oldu?
Hoca:
- En önemli iş nefes alması... Nefes iyi... Zaten hastaneye ilk gelişinde onu yaptık.
- Neyi?
- Nefes yoluna tüp bağladık.
- Bağlamasaydınız ne olurdu?
- Kan, nefes almayı güçleştirirdi... Nefes alamayınca da... Allah korusun.
Hoca, yine doktor hanıma döndü.
"Bilgi" aldı.
"Talimat" verdi.
Bu sırada biz hâlâ odayı incelemedeyiz.
Oda, uçağın pilot kabini gibi.
Düğmeler, yanıp sönen ışıklar, göstergeler...
- Hocam, şu dakika itibariyle Hikmet Bey'in durumu?
- Uyutuyoruz.
- Geldiğinden beri uykuda mı?
- Ameliyattan sonra uyandırdık... Sonra, bak şu tüpe bağlı olarak, uyutuyoruz.
- Tüpü kapatırsak?
- Uyanır.
- Niçin uyandırmıyorsunuz?
Tabii "bu işleri" kolay sanıyoruz.
Gelmişken, Hikmet Bey'e "merhaba" demek istiyoruz.
Hoca:
- Olmaz... On iki saat uyutacağız... Sonra düşünürüz.
UCUZ KURTULMUŞ
Kulağımız Prof. Haberal'da.
Ama gözümüz Hikmet Uluğbay'da.
Daha doğrusu Hikmet Bey'in "başında."
Baş "kamyon çarpmış gibi."
Hoca "çene atını" gösteriyor:
- Kurşun buradan girmiş.
Kurşunun girdiği yer "sarılmış, bantlanmış."
Hoca, parmağını, "ağıza doğru" uzatıyor.
- Kurşun, çene altından sonra dili yarmış... Sonra damaktan geçmiş... Sonra burnu kırmış.
"Ağız-burun" sargılar içinde.
Sargının her yanında, bir kablo...
Uluğbay'ın başının ön kısmı saçsız.
Saçsız bölümde bir "bant."
Hoca:
- Kurşun alından... İşte bu noktadan çıkmış.
- Beyne ne kadar yakından.
- Beyin kemiğini sıyırarak.
- Öyleyce ucuz kurtulmuş.
- Elbette... Bir santim daha içerden geçseymiş... Beyin...
"NE OLDU?"
- Hocam, Nedret Hanım'la hiç konuşmadınız mı?
- Daha ziyade hastayla meşgul olduğumuzdan... Pek konuşamadık.
- Hiç mi?
- Tabii konuştum... Sordum... Ama bizim için şu anda önemli olan hasta.
- Hocam, Hikmet Bey'in eşine ne sordunuz?
- Ne oldu dedim... Dedi ki... Hikmet eve geldi... Masayı hazırladım... İki kadeh şarap içtik... Sonra... Sonrasını hatırlamıyorum... Bana bunları söyledi.
- Siz ne dediniz?
- Başka bir şey konuşamadım... Ben hastayla... Ameliyatla meşguldüm.
- Ameliyata kaç dokdor girdiniz?
- Sadece doktor değil. Bu, ekip işi.
- Kaç kişilik ekip?
- On kişinin üzerinde.
HASTANE SOHBETİ
Sonra, yoğun bakından çıkıyoruz.
"Aşağı" iniyoruz.
Aşağıda, hastanenin bir görevlisi, Hikmet Bey'in bir yakın çalışma arkadaşına soruyor:
- Psikolojik bir sorunu var mıydı?
- Hayır... Ama on iki gündür, sabah dörtlere kadar çalışıyordu... Yorgundu.
Bu sırada hastaneye gelen, gelene.
Gelenler giriş katında, Prof. Haberal'ın odasına alınıyorlar.
"Hastanın yanına çıkış" yasak.
Zaten bu sırada Prof. Haberal da "ameliyata" giriyor.
Altı saat sürecek bir karaciğer nakli ameliyatına.
"Gelenleri" Kültür Bakanı, İstemihan Talay karşılıyor.
Talay, Hikmet Bey'in eşi Nedret Hanım'ın SBF'den okul arkadaşı.
Derken Sanayi Bakanı geliyor.
Yener Dinçmen geliyor.
Ertuğrul Kumcuoğlu geliyor.
Recai Kutan, İmren Aykut, Bakanlar... Milletvekilleri... Bürokratlar... İşadamı Halis Toprak...
"Birinci kat" ana, baba günü.
Ve eski bürokratlardan... Bakanlardan Kemal Cantürk geliyor.
"Bürokrasinin Pele'si."
Soruyoruz:
- Hikmet Bey "yanınızda" çalışmış mıydı?
Cantürk:
- 1965'te ben Hazine Genel Sekreteri iken... Hikmet benim şube müdürümdü... Yener Dinçmen de... Hikmet'in nikah şahidi bendim.
Ertuğrul Kumcuoğlu'nu gösteriyoruz:
- O zaman, Ertuğrul Bey neredeydi?
- Ertuğrul Kumcuoğlu Maliye Müfettişi idi... Sümer Oral da.
Sonra söz "eski günlerden" açılıyor.
Ve "Pele Kemal... Kara Kemal" Kemal Cantürk "sene 1957 idi... Yoksa 1958 miydi" diye başlıyor.
Zamanın Maliye Müsteşarı Sait Naci Ergin "bürokratlarını" odasına çağırıyor:
- Çocuklar gelin, çok önemli bir şey var.
Bürokratlar koşuyorlar.
Cantürk soruyor:
- Efendim, ne oldu?
- Merkez Bankası'na haciz geldi...
Cantürk'ün sözünü kesiyoruz:
- Şaka mı, ciddi mi?
Cantürk "şaka olur mu" diyor.
O dönem "döviz kıtlığı" var.
Yurtdışından mal almışız.
Malı getiren, parasını "Türk Lirası olarak" Merkez Bankası'na yatırmış.
Ama, döviz olmadığı için, banka, parayı yurtdışına transfer edememiş.
"Alacaklı" Avrupa'da mahkemeye başvurmuş.
Karar:
- Merkez Bankası'nın haczedilmesine...
Cantürk dedi ki "Toplandık... Oraya, buraya telefon... Tam bir skandal... Neyse, basın falan duymadan işi hallettik."
YAŞAM DEVAM EDİYOR
Beşinci katta Nedret Hanım ve oğlu...
İkinci katta "uykuda" Hikmet Uluğbay.
Ameliyathanede Prof. Haberal... Yaşamını kaybeden birinin karaciğeri ile "bir başkasını" yaşatmaya çalışıyor.
Giriş katında bizler...
Ekonomi... Siyaset... Medya konuşuyoruz.
Kapının önünde bir gazeteci ordusu.
Yaşam devam ediyor.
Geçmiş olsun Hikmet Bey.
Uyan, kalk, yine yürüyüşe çıkacağız.