Anneannemin evi Şişli Camii'nin tam karşısındaydı ve tramvay garajından önceki son duraktaydı. Şimdi minibüs ve otobüs durakları, her yanı harflerle kaplı çok katlı, büyük mağazalar ve öğle tatillerinde ellerinde sandviçleri kaldırımları karınca sürüleri gibi dolduran kalabalıkların çalıştığı işyerleriyle kaynaşan çirkin ve yüksek binalarla çevrili meydan, o zamanlar İstanbul'un Avrupa yakasının bir ucundaydı. Bizim evden onbeş dakika yürüyüp parke taşlarıyla kaplı geniş ve sakin meydana geldiğimizde, dut ve ıhlamur ağaçlarının altında annemizin elinden tutmuş ilerlerken, şehrin sonuna geldiğimiz duygusuna kapılırdık.
Anneannemin, dik konulmuş ince bir kibrit kutusu biçimindeki dört katlı, taş ve beton evinin bir cephesi Batı'ya, İstanbul'a bakardı, bir cephesi de Doğu'ya dutluklarla kaplı tepelere. Kocası öldükten, üç kızını evlendirdikten sonra anneannem dolaplar, masalar, sehpalar, piyanolar ve baştan aşağı eşyalarla dolu bu evin yalnızca tek bir odasında yaşamaya başlamıştı. Yemeklerini büyük teyzem yaptırıp kendi getirir ya da şoförle bir sefer tası içinde yollardı. Anneannem değil odasından çıkıp iki kat aşağıdaki mutfakta yemek yapmak, evin inanılmayacak bir kalınlıktaki toz tabakası ve geniş ve ipeksi örümcek ağlarıyla kaplı diğer odalarına girip etrafa bir çekidüzen bile vermezdi. Tıpkı, bir büyük ahşap konakta yıllarca tek başına yaşayıp ölen kendi annesi gibi, anneannem de esrarengiz bir yalnızlık hastalığına yakalandığından, eve bir bakıcı ya da gündelikçi kadının girmesine izin de vermezdi hiç.
Onu ziyarete geldiğimizde annem uzun uzun zili çalar, demir kapıyı yumruklar, anneannem en sonunda ikinci katın Şişli Camii'ne bakan penceresinin demirden ve paslı kepenklerini açıp aşağı bize bakar, uzağı göremeyen gözlerine güvenemediği için bizim seslenip ona el sallamamızı isterdi.
"Kapının eşiğinden çekilin de anneanneniz görsün sizi çocuklar," derdi annem. Bizimle birlikte kaldırımın ortasına çıkıp annesine el sallayarak seslenirdi: "Anneciğim, çocuklarla biziz, biz, bizi duyuyor musunuz?"
Anneannemin bizi gördüğünü, tanıdığını yüzünde bir an beliren tatlı gülümsemeden anlardık. Pencereden hemen içeri çekilir, odasına gider, yastığının altından büyük bir anahtar çıkarır, bir gazete parçasına sardıktan sonra bize, aşağıya atardı. Ağabeyimle anahtarı havada kim yakalayacak diye itişirdik.
Kolu hâlâ ağrıyan ağabeyim peşinden koşmadığı için anahtarı kaldırımdan koşup ben aldım ve anneme verdim. Annem kilidi zorlanarak açtı. Demir büyük kapı üçümüzün yüklenmesiyle ağır ağır aralandı ve karanlığın içinden benzerini hiçbir yerde duymayacağım o yıllanmış, küflü toz, eskilik ve havasızlık kokusu geldi. Kapının hemen yanıbaşındaki askılıkta, sık sık eve giren hırsızlar evde bir erkek var sansın diye anneannemin astığı dedemin yakası kürklü paltosu, fötr şapkası ve kenarda da beni hep korkutan çizmeleri duruyordu.
Biraz sonra, iki katı dümdüz çıkan karanlık ve ahşap merdivenlerin ucunda, çok uzakta, beyaz bir ışığın içinde anneannemizi gördük. Buzlu art-deco camlardan süzülen ışığın içinde elinde bastonu karanlıkta bir hayalet gibi kıpırdamadan duruyordu.
Gıcırdayan merdivenleri çıkarken annem anneannemle konuşmadı hiç. ("Nasılsınız anneciğim", derdi başka zamanlar, "sizi özledim anneciğim, hava çok soğuk anneciğim!") Merdivenlerin tepesinde anneannemin elini öptüm, yüzüne ve bileğindeki kocaman et benine bakmamaya çalışarak. Tek dişli ağzından, upuzun çenesinden ve yüzündeki tüylerden gene korktuk ve odaya girince annemize sokularak iki yanına oturduk. Anneannem gününün büyük bir kısmını geçirdiği kocaman yatağa üzerindeki uzun geceliği ve uzun yün yeleğiyle girdi ve bize gülümseyerek ve hadi beni eğlendirin diyen bir bakışla baktı.
"Sobanız iyi yanmıyor anneciğim," dedi annem. Maşayı alıp sobayı karıştırdı.
Anneannem onu biraz bekledi. "Bırak şimdi sobayı," dedi. "Bana biraz havadis ver. Ne var ne yok dünyada?"
"Hiçbir şey yok!" dedi annem yanımıza oturup.
"Hiç mi anlatacak bir şeyin yok?"
"Hiçbir şey yok anneciğim."
Biraz sustuktan sonra. "Kimseyi görmedin mi?" dedi anneannem.
"Biliyorsunuz anneciğim," dedi annem.
"Allah için bile bir havadis yok mu?"
Bir sessizlik oldu.
"Anneanne biz aşı olduk," dedim ben.
"Öyle mi?" dedi anneanne çok şaşmış gibi mavi gözlerini kocaman açarak. "Canınız yandı mı?"
"Benim kolum ağrıyor," dedi ağabeyim.
"Vah!" dedi anneanne gülümseyerek.
Uzun süren bir sessizlik daha oldu. Ağabeyimle kalkıp pencereden dışarı, uzaklardaki tepelere, dut ağaçlarına, arka bahçedeki boş ve eski kümese baktık.
"Hiç mi hikâyen yok," dedi anneannem anneme yalvarır gibi. "Yukarıya kayınvaldene çıkıyorsundur. Oraya kimse gelmiyor mu?"
"Dilruba Hanım geldi dün öğleden sonra," dedi annem. "Çocukların babaanneleriyle bezik oynadılar."
Beklediğimiz şeyi hemen keyifle söyledi anneanne:
"O saraydan çıkmadır!"
Bununla, o yıllarda masal kitaplarında ve gazetelerde hakkında çok şey okuduğum ve kremalı pastalar gibi renkli Batı saraylarını değil, Dolmabahçe Sarayı'nı kastettiğini anlıyorduk elbette, ama anneannemin küçümseyici bir edayla Dilruba Hanım'ın son padişahın hareminden çıktığını, yani bir cariye olduğunu ima ettiğini ve bununla yalnız gençliği haremde geçip sonra bir tüccarla evlenen bu kadını değil, onunla dostluk eden babaannemi de küçümsediğini yıllar sonra kavradım. Annemle her seferinde konuştukları bir diğer konuya da geçtiler sonra: Anneannem haftada bir kere Beyoğlu'na gider, Aptullah Efendi'nin pahalı ve ünlü lokantasında tek başına öğle yemeği yer, sonra yediği her şeyden uzun uzun şikâyet ederdi. Üçüncü hazır konu ise bize birden şu soruyu sormasıyla açıldı. "Çocuklar, babaanneniz size maydanoz yediriyor mu?"
Annemin tembihlediği gibi, "Yedirmiyor anneanne," dedik aynı anda.
Her zamanki gibi anneannem bize bir bahçede bir kedinin maydanozların üzerine işediğini nasıl gördüğünü, büyük bir ihtimal o maydanozun iyi yıkanmadan kimbilir hangi akılsızların yemeklerinin içine doğranacağını, Şişli'nin, Nişantaşı'nın hâlâ maydanoz satan manavlarıyla nasıl tartıştığını anlattı.
"Anneciğim," dedi annem. "Çocuklar sıkıldılar, öteki odalara bakmak istiyorlar, onlara karşı odanın kapısını açayım."
Hırsız bir pencereden girerse, evin diğer odalarına geçemesin diye anneannem evin bütün odalarını dışarıdan kitliyordu. Annem tramvay yoluna bakan büyük ve soğuk odanın kapısını açtı ve bizimle birlikte bir an beyaz örtülerle kaplı koltuk ve divanlara, pas ve toz içindeki lamba, sehpa ve sandıklara, sararmış gazete yığınlarına, kenara dayalı eski bir kız bisikletinin boynu bükük gidonuyla, kederli selesine baktı. Ama neşeli zamanlarında yaptığı gibi sandıkların içinden birşeyler çıkarıp bize keyifle göstermedi. ("Anneniz çocukluğunda bu sandaletleri giyerdi çocuklar, bakın teyzenizin okul önlüğü çocuklar, annenizin çocukluk kumbarasını görmek ister misiniz çocuklar?")
"Üşürseniz gelin," deyip gitti.
Ağabeyimle pencereye koşup karşıdaki camiye ve meydandaki tramvay durağına baktık. Sonra gazetelerden eski futbol maçlarını okuduk. "Sıkıldım," dedim daha sonra ben. "Alt mı üst mü oynayalım."
"Yenik pehlivan güreşe doymazmış," dedi ağabeyim başını gazeteden kaldırmadan. "Şimdi gazete okuyorum."
Dün akşamdan sonra, sabah da oynamıştık ve ağabeyim yine hep kazanmıştı.
"Lütfen."
"Bir şartım var: Ben kazanırsam iki resim verirsin, sen kazanırsan bir alırsın."
"Hayır."
"O zaman oynamıyorum," dedi ağabeyim. "Gazete okuyorum gördüğün gibi."
Gazetesini, geçenlerde Melek sinemasında gördüğümüz filmdeki siyah beyaz İngiliz dedektif gibi fiyakalı bir şekilde tuttu. Biraz pencereden dışarı baktıktan sonra ağabeyimin şartını kabul ettim. Ceplerimizden Meşhurlar Serisi'ni çıkarıp oynadık. Önce kazandım, ama sonra on yedi tane daha kaybettim.
"Böyle hep kaybediyorum," dedim. "Eskisi gibi oynamazsak bırakıyorum."
"Peki", dedi ağabeyim o dedektifi taklit ederek. "Ben de bu gazeteleri okuyacaktım zaten."
Pencereden dışarı baktım biraz. Resimlerimi dikkatle saydım: 121 tane kalmış. Dün babam gittikten sonra 183 taneydiler! Daha fazla üzülmek istemiyordum, ağabeyimin şartlarını kabul ettim.
Başta biraz kazandım, ama sonra yine o kazanmaya başladı. Benden yuttuğu resimleri keyifle kendi destesine katarken beni kızdırmamak için hiç gülmüyordu.
"İstiyorsan başka bir kuralla oynayalım," dedi biraz sonra. "Kim kazanırsa kazansın bir alsın. Ben kazanırsam o bir tanesini senden seçeyim. Çünkü bazı resimler bende yok ve onları da hiç vermiyorsun."
Kazanırım diye kabul ettim. Nasıl oldu bilmiyorum. Üç kere üst üste kaybettim ve ne olduğunu anlayana kadar 21 numaralı Greta Garbo'larımın ikisini ve ağabeyimde de bir tane olan 78 Kral Faruk'u kaptırmıştım. Hepsini bir seferde geri almak istedim ve oyun büyüdü: Böylece bende birer tane olan ve onda olmayan 63 Einstein, 3 Mevlana, Mambo Çiklet-Şekerleme Şirketi'nin kurucusu 100 Sarkis Nazaryan ve 51 Kleopatra iki elde gidiverdiler.
YARIN
Anneyle anneanne tartışıyorlar. Alt mı üst mü oyunu fena kızışıyor. Dönüş yolunda anne neden ağlıyor?