|
Ne günü?
Sonradan olma günleri sevmiyorum. Anadan doğma günlerimizi zaten doğumgünü adı altında kutluyoruz. Ne derseniz deyin yılbaşlarını da çok anlamlı bulmam. Herkes bilir, deliler gibi süslenip püslenip harika bir geceye hazırlanırsınız, sonra da gecenin bitiminde ağlamak gelir içinizden. Evde iseniz saçınızı süpürge ettiğinize, bir eğlenti yerinde kutladıysanız da verdiğiniz onca paraya yanarsınız. İstisnalar kaideyi bozmaz tabii. Geçen pazarki Babalar Günü içindi bu girizgâh. O gün yazsaydım güzelleme yazmayacaktım. Anneler Günü'nü de Babalar Günü'nü de sevmiyorum. Tanrıya şükür benimkilerin ikisi de hayatta. Ben her malum günde annesi veya babası ya da ikisi de olmayanlar için kederleniyorum. Eski Türk filmlerindeki "esas çocuk"un dramını yaşıyorum. Küçük çocuk yıldızın anası ya da babası yoktur (Ayşecik, Ömercik, Yumurcak, Afacan vb. gibi). Diğer tuzu kuru çocukların ana babalarıyla cilveleşmelerini uzaktan elemli gözlerle seyreder. Fondaki, o güne kadar henüz adı konmamış, sonradan arabesk olduğunu öğreneceğimiz iç kıyan müzik de cabasıdır (iyice kahrolmamız için).
Bunları okuyup elinizi tahtalara vurmak mı geldi içinizden? Bazılarınızı "böyle çocuk düşman başına, iyi ki bizimki böyle değil kardeş" kıvamına mı getirdim? Kızmayın! Benim gibi hissedip yukarıdaki tarife uyan insanlar adına yapmayın. Onlar anca kendilerine gelmişlerdir zira. Özel günlerin, ticari günlere dönüştürülme çabasıdır yıllarca olup olan. Gelelim pazar günü taktığım konuya: Mezarlıkların girişlerindeki çiçeklerin varlığını hangi açıdan değerlendirmeliyiz şimdi biz? Ölmüş babamızın, dedemizin ruhunu şadetmeye giderken çiçek almayı unuttuğumuzu fark ediyoruz. Kapıda satıyorlar. Bol seçenek var ne iyi, bakın işiniz görüldü. İyi de kapıdakilerin sizin acınızla, duygularınızla hiçbir ilgisi yok ki, onlar sadece bundan yararlanmaya gelmişler. "Ne yapsınlar, hep birlikte ağlasınlar mı? Onlar işini yapıyor" diyorsanız... ay bilmiyorum... taktım "Babalar günü"nde Zincirlikuyu mezarlığı önündeki çiçekçilere... bu kadar.
Kahraman dediğin
Bugünkü konulara hep negatif başladığımı fark ettim. Kendimi Garanti Bankası reklamlarındaki "Hiç sevmem" diyen Güven Kıraç gibi hissettim. Aşk ve dram filmlerini hiç sevmem. Kendi hayatım dururken başkalarının aşk acılarıyla kavrulup, salya sümük ağlamak fikri bana oldum olası cazip gelmedi. Sinema ilanlarına baktım baktım, reklam harikası "Mumya" filmini gözüme kestirdim. Hem de yemeyip içmeyip ilk gün gittim. Hiç yer yoktu. Sabır ve metanetle bekledim, sonu selamet oldu. İlgilenenleriniz günlerdir okumuşsunuzdur gazete ve dergilerdeki yorumlarını. Ve tabii benimkini de deliler gibi merak etmektesiniz! Hazır mısınız? Şimdi sizi yoru-yorum: Sinema eleştirmenleri gibi, konusuna ilişkin bilgiler verecek değilim. Filmin renklerini, çok beylik olsa da müziğini, esas oğlanla kızın güzelliklerini sevdim. Esas çocuk genel geçer kurallara göre yakışıklı (benim için değil). Ama aptal galiba, yani özel hayatında da. Filmin kahramanına kendi şaşkınlığı sirayet etmiş fikrimce. Bikere kahraman dediğin mümkünse bu dünyadan olmayacak. Ya öteki dünyadan gelecek, ya diğer galaksilerden. Nitekim bu filmin en baş kahramanı da böyle bir şahıs. Adı "İmhotep". Kocaman bir adam. Kel kafası, hüzünlü derin gözleri var. Bu yakışıklı ölü, üçbin yıllık aşkı için esiyor, tozuyor, darmadağın ediyor ortalığı. Yaptığı bunca katliama karşın onu sevdim. Aşık adamı bütün kadınlar sever. Rahmetli Drakula da aynı cins değil miydi? Onu da pek beğenmişti Ayşegül kulunuz, hele altından Gary Oldman çıkınca. Mumya filmindeki hoşluklara dönecek olursak, esrarengiz muhafızı oynayan yanakları desenli Oded Fehr'i de anmadan geçemeyeceğiz. Gözler çok önemli canım okurlarım (derinden bak bir bana, feleğimi şaşayım sana). "Senin öteki dünya kahramanlarını öğrendik, galaksiden bir örnek rica etsek" diyecek olursanız. Hemen: Yıllar önce idi. "Uzay Yolu"nu hatırladınız değil mi? Zaten onlar da size unutturmamak için yüzkırkaltıncısını filan çekiyorlar (Toprağı bol ulsun Dr.Mc Coy'u da geçenlerde kaybettik). İşte bu elin "Star Trek" de dediği filmde Mr. Spock namıyla maruf, koca sivri kulaklı bir adam vardı. Volkan'lıydı molkanlıydı ne gam, ben ona aşıktım. Hem de sahiden aşık. O sıra orta birde tıfıl bişeydim. Mr. Spock, yani Leonard Nemoy'u bulmak ve aşkımı söylemek için harçlıklarımı biriktirip Los Angeles'a gitmeyi bile düşünmüştüm. Ne manyaklık di mi?
Sayıklamalar:
Annecim, babacım, gülü bir gün, sizi her gün seviyorum.
Mumya filminin ilk onbin seyincisine tişört vereceklerdi ya
Gişeden önümde bilet alan adam tişörtünü istedi, bitti dediler
Sıra bana geldi, hiç sormadım bile, gururumu ayaklar altına almam ben
Polyanna'ya sordum, "n'apiyım" dedim
"Onbinikinci seyirci olduğuma sevin!" dedi.
Zepline binicem diye tutturmuştum hani!
Koç grubundan Nice Sencer hanım arayıp davet mektubu ve dökümanlar yollamış, "Ne zaman arzu ederseniz" diye.
Şimdi arzu bakımından içimden ikinci emir gelsin diye bekliyorum.
"Hoş" isimli hanım sizi arayacağım.
Hıncal'cım beni Cumartesi günü sevmiş, Pazar günü dövmüş
Yazılarımı sevmiş, kılıksızlığımı yermiş.
Bundan sonra sünnete davete, kapı dışarı çıkmadan anneme polaroid fotoğrafımı çektireceğim. Hıncal'a yollayıp icazet almadan adımımı atmam artık.
"Anne" diyeceğim, "tepeden çekme beni". Bu "kılık fotoğrafçıları" kardeşlerim öyle çekiyorlar
Üstten çekilince "demlik" gibi görünüyorsun
Alttan çekilince de, bak bak bitmezmişsin gibi (mini giymemek tercihiniz olsun)
Aklınızda bulunsun
|
Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır
|