Öcalan davasının ilk iki gününü İmralı'daki salondan izledim.
Dün İstanbul'a döndüm.
Ben de herkes gibi Çarşamba günkü oturumu ajanslardan ve televizyonlardan seyreyledim.
Derya içinde balık olmaktan çıkıp denize kıyıdan baktım.
İçerden gelen haberlerde, hayli "dramatik" sahnelerin dışında yeni bir şey yoktu.
Davanın çerçevesi ilk iki günde çizilmişti.
Savcıların iddianamesi, sanıkla sanık avukatlarının; müdahillerle müdahil avukatlarının tezleri ve davaya ilişkin stratejileri ilk iki günde belli olmuştu.
Bundan sonra olağan yargılama süreci işleyecektir artık... Ve bu süreçte, "şaşırtıcı" ve beklenmedik gelişmelerin beklenmemesi gerektiği de ortaya çıkmıştır.
Dava birkaç hafta içinde bitecektir. Beklendiği gibi...
İmralı'ya önümüzdeki hafta yeniden döneceğiz.
Duruşma salonundaki yerimizi alacağız.
Yeniden derya içinde balık olacağız.
Öyleyse, bu kısa molada denize kıyıdan bakarken gördüklerimizi sizinle paylaşabiliriz..
Önce hemen belirtelim..
Marmara'nın ortasındaki bu "sessizlikler adası"nda hafta başında yaşadıklarımız, meslek hayatımızın belki de en önemli "momentum"unu oluşturmuştur.
Bir ülkenin ve bir ulusun ömründen çalınan acılı yılların hesap gününde yeralmak; bir tarih "an"ına, tarih akarken ve yaşarken ortak çıkmaktı.
Ya da, düpedüz tarih olmaktı.
Gazeteci kimliğimizin bizi sürüklediği bu tarih ırmağında, bir "gazeteci"nin yaşayabileceğinden çok daha fazlasını yaşadık.
Düşünce ve duygu rüzgarlarının sarsıcı dalgalarında savrulduk.
Zor oldu her kıyıya varışımızda sendelemeden ayakta durmak...
Zihnimizin düşünce labirentlerinden, berrak hükümlere ulaşmak zor oldu.
Yine de, bugünlerde İmralı Adası'nda olmayan gazetecilerin meslek hanelerinde dolması zor bir büyük boşluk kalacağını söyleyebiliriz.