İçerde hükümet formülleri, durgunluk, zordaki sektörler, mali sistemin yeniden yapılanması gibi ivedi sorunlar var iken dışarda da atlamamamız gereken gelişmeler oluyor. Aslında Türkçe'mizin zenginliğinden olmalı, türbanının mecliste açılıp açılmayacağı, IMF'in yeni hükümetin programına kredi açması, "bıyıklı" veya "bıyıksız" finansörlerin daha fazla veya az pozisyon açmaları dönüp dolaşıp aynı açmaza; siyasi ve ekonomik istikrara kilitleniyor.
Daha altı ay geçmeden tüm finansal kesimi sarsan krizin tamamen atlatıldığını ve herşeyin normale döndüğünü iddia etmek olanaksız. Gelişmekte olan ülke ekonomilerini izleyenler için altı ay öncesine göre biraz daha iyimser bir havanın yaşandığı, borçlanma fiyatlarının gerilediği, hatta birçok borsanın önemli kazançlar sağladığı doğru. Rusya'dan kısa vadede ümit kesilmesi sonrası Brezilya yüreklere su serpiyor. Ama bu, tüm tehlikelerin atlatıldığı, gelişmekte olan ülkelere kredi musluklarının eskisi gibi açılacağı anlamına gelmiyor. Institute of International Finance'in 25 Nisan tarihli raporunda gelişmekte olan ülke ekonomilerine net özel sermaye akışının 1998 seviyelerinin ($ 141 milyar) altında seyredeceği tahmin ediliyor. Daralmayı daha iyi anlatmak için bu rakkamın 1996 yılında $330 milyar olduğunu belirtelim. Aynı raporda, bu ülkelere ticari banka kredilerinin 1998'de $30 milyar azaldığı (büyük bir çoğunlugu Asya'dan) ve bu sürecin devamının 1999'da da beklendiği belirtiliyor.
En sık kullandığımız borçlanma enstrümanı olan Eurobond'ların faizlerinde de gelişmekte olan piyasalar açısından ciddi bir iyileşme beklenmiyor. Rusya çökmeden önce, yani 1998'in ilk yarısındaki seviyelere daha inemediğimizi, borçlanma faizlerinin Amerikan bono faizlerinin yüzde 4.5 ila 6 üstünde seyrettiğini de hatırlatalım. Bir ilginç hesap daha: Arjantin ve Meksika'nın (ki piyasalar bu riskleri bizden "daha iyi" olarak algılıyor) 30 yıl vadeli bonoları yaklaşık yüzde 5 spread ile alınıp satılıyor. Bu, geri ödemede sorun yaşanması halinde yarısının ödenebileceği varsayımı ile, yüzde 84 moratoryum olasılığına işaret ediyor. Korkunun dağları sardığına, makulun hayli ötesinde olduğumuza canlı bir kanıt. Rapor sonuçta gelişmekte olan piyasalara hala ilgi duyan yatırımcıların kategorik yaklaşımı terk edip durum bazında karar vereceklerini yineleniyor. Bu ne anlama geliyor? İstikrarlı bir yapının üzerine oturtulmuş gerçekci bir programın ve bunu izleyecek tutarlı uygulamaların sadece IMF'den degil, daha da akıllanan dış finans dünyasından destek kazanması hala olası. Ama bunun hem daralan bir pazarda hem de daha rekabetçi koşullarda, ve de artan titizlikle ele alınacağı gerçeğini unutmayalım.
O, bazen kurtarıcı rolü biçmeyi sevdiğimiz IMF, hatalarını irdeleyip krizleri ve bulaşıcı tesirlerini önleme yollarını ararken; önceliği mali sistemi ve özellikle bankacılık kesimini şeffaflaştırma ve destekleme olarak belirledi bile. IMF'in tavrı son derece net ve açık. IMF son beş yılda karşı karşıya kaldığı krizlerin, uluslararası finans sistemindeki yapısal bozukluklardan kaynaklandığını kavramış durumda (darısı başımıza !). Bu bulgu, kriz patlak vermesi halinde en son başvurulacak kurumun acilen tanımı ve yapılanmasını gerekli kılıyor. Bunun da IMF tarafından daha fazla kredi açılması anlamına gelmeyeceği kurumca açıkca belirtiliyor.
Sihirli formüllere yer olmadığı açık. Hele bir istikrara yönelik adımları atıp piyasaların biraz ilgisini cezbedelim. Sonrasına kaldığımız yerden devam edeceğiz ama, o da pek sanıldığı ve eskisi kadar kolay degil artık.