Ağızlarımızla mı konuşacağız, gözlerimizle mi?
ABD
Çimenlere sere serpe uzanmış kızları, rengarenk ağaçları, binbir çiçekten yayılan efsunlu rayihaları, yemyeşil parklarıyla baharı karşılayan Amerika'da, iç sıkıntısı yaratan "Türkiye gündemine" insanın asla bakası gelmiyor.
Doğrusu Türkiye ile inanılmaz boyutlarda ilgilenmeye başlayan Amerikan gazetelerinden New York Times'ın Salı günkü nüshasını görünceye kadar benim de gelmiyordu. O günkü gazetede, biri, birinci sayfada, ikincisi, üçüncü sayfada Türkiye ile ilgili iki koca haber vardı. İlk sayfadaki birinci haber NATO'nun bundan böyle Sırbistan'ı Türkiye'den kalkan uçaklarla da bombalayacağını belirtiyordu. Ama beni alıp, yeniden Türkiye'ye uçuruveren üçüncü sayfadaki Stephen Kinzer'in Lice röportajı oldu. Hoş, buna da direnebilseydim, ertesi gün Merve Kavakçı ile yapılan uzun bir röportaj beni Türkiye'ye bakmaya zorlayacaktı.
Aslında beni Türkiye'ye uçuran "Lice röportajı" da değil, o röportajdaki "Biz gözlerimizle konuşuyoruz" diyen gençti. Kentin tek caddesinde sıralanan kahvelerde oturan yaşlılar da "Bizi görebilirsiniz, ama duyamazsınız, çünkü dudaklarımız mühürlü" demekteydi.
On beş günlük Amerikan basınını taraya taraya, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'in "ağızlarımızla konuşmamıza" olanak sağlanmasını isteyen konuşmasının beş sütuna yer aldığı 30 Nisan tarihli New York Times'a geri döndüm.
Suni depremler yaşayan Türkiye'nin Amerikan basınındaki "tam boy fotoğrafına" da Liceli genç ile Anayasa Mahkemesi Başkanı arasındaki gazete parentezini kapatmaya çalışırken rastladım.
***
"Resmi ağız"lara ve onların alkışçılarına göre Türkiye "laiklik ve şeriat" ikileminde bunalıyor.
Halbuki Amerikan basınının teşhisi çok daha farklı. Uzak ve soğukkanlı bakışların toplu bir değerlendirmesi, ülkenin asıl sorununun "demokrasi" ile "1930'lu yılların tek parti mantığı" arasındaki çatışmadan kaynaklandığını söylüyor.
Zaten, Anayasa Mahkemesi Başkanı Sezer'in "ifade özgürlüğü" isteyen konuşması da, "temel hak ve özgürlükleri önemli ölçüde sınırlandırdığını" vurguladığı darbe anayasasına karşı "demokrasiden" yana tavır aldığı için New York Times'a beş sütun oluyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın "uluslararası hukuk standartlarının" geçerli olmadığını söylemesini, "laiklik-şeriat ikilemi" ile açıklamak mümkün mü?
Ama ne ki, biz Cumhuriyet tarihi boyunca "laiklikten demokrasiye" bir türlü geçemedik. Bugünkü Ankara görüntülerine bakılırsa galiba hiçbir zaman da geçemeyeceğiz.
***
Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın demecine geniş yer veren gazete, on beş güne kalmadan bir başka iddianamedeki "kan içerek beslenen vampirler" cümlesini gündeme getirdi.
Bu da Türkiye'nin asıl sorununun "evrensel hukuk standartları" kısaca "demokrasi" olduğunu bir kez daha ispatlıyordu.
Üstelik o iddianamede, Amerikan basınının atladığı ürpertici bir cümle daha vardı:
"Malum olanın ayrıca ispatı gerekmez."
"Laik Susurluk Çetesi"ni görmezden gelen, abarttığı "şeriat" tehlikesine karşı da "hukukun üstünlüğüne" aldırmayan bir garip ülke bizimki.
***
Bir "türbanın" ülkeyi sarsalaması üzerine, "Boston Globe"un Türkiye'ye özel olarak yolladığı muhabiri Jonathan Gorvett, geçtiğimiz Pazar günü, gazetesinde olup biteni şöyle değerlendiriyordu:
"Bu karşıtlığın kökleri Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadar gidiyor. Ülkenin karizmatik lideri Atatürk 1920 ve 1930'larda, Türkler'in modernleşmesini önleyen unsur olarak gördüğü dini ifade özgürlüğünü yasaklayan sert yasalar getirdi.
Oysa Türkiye'nin halefi sayılan Osmanlı İmparatorluğu döneminde, din; çok kültürlü ve çok ırklı devlet yapısında halkın kimliğinin temelini oluşturuyordu.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı'nın çöküşüyle Atatürk yeni bir ulus yaratmak istedi. Bu ulusta Türk milliyetçiliği "dinin" eski rolünü üstlenecekti.
Sonuçta başörtüsü, türban, fes ve bir dizi dini nizam yasaklandı.
Şimdi, Atatürk devletinin kurulmasından 76 yıl sonra, bu yasakların çoğu yine gündemde. Ayrıca devlet ve devletin atanmış bekçileri yani ordu, sertlikle yasakların uygulanmasını istiyor. Kendini Atatürk meşrutiyetinin varisi gibi gören ordu, dini kimliklerin özgürce ifade edilmesi halinde, kendi 'varis' pozisyonunun sorgulanabileceğinden korkuyor."
Aynı gün, New York Times'da da şu analiz vardı:
"Bu tartışma Türkiye'nin tam demokrasi talebiyle, politikada din etkisinden korkması arasındaki çelişkiyi yansıtıyor."
***
Amerikan basını "halka güvenmenin" esas olduğu "demokratik bir gözlüğü" kullandığı için, Türkiye'yi farklı değerlendiriyor ve sürekli olarak "insan hakları" konusunda eleştiriyor.
Ayrıca Türkiye, "Ermeni Soykırımı, Kıbrıs İşgali ve Kürtler'e baskı" suçlamalarının da devamlı muhatabı. Örneğin geçen hafta, Hıristiyan Ortodokslar'ın "ıstıraplarına", Kosovalı Müslümanlar'a verdiği oranda kulak vermediği iddiasıyla Clinton'u kınayan dini kuruluşların tam sayfa ilanlarında da, Türkiye iki milyon Ermeni vatandaşını yok etmek, Kıbrıs'ta da 200 bin Rum'u yerinden etmekle suçlanmaktaydı.
Bunlara karşı, "herkesin Türkiye'ye düşman olduğunu" söyleyerek, "ağız dolusu söverek" rahatlamak "milliyetçi" bir yol olabilir. Ya da "gavurlar edebiyatı" ile kulak asmamanın "dinsel" bir yolu da bulunabilir.
Ama bu tür yöntemler, ne Türkiye'yi güçlendiriyor, ne de imajını düzeltiyor.
Bunun yerine "demokrasinin mantığını" keşfederek, kendimizi daha serinkanlı şekilde bir daha değerlendirebiliriz. Bakarsınız, o "düşmanlar" yok olur.
***
Demokrasilerde rejimin ve ülkenin sahibi halktır. Etkinliği ise "tavizsiz uygulanan hukuksal kurallar" sağlar. O nedenle "halktan korkmaya" yer bulunamaz. Demokrasiler, halka güvenir ve "şeriat ya da bölünme" korkusu duymaz. Eğer hayatından memnunsa, zaten böyle bir tehlikeyi öncelikle halk defedecektir. Yok bu tehlikeler halkın kendi isteği ise o zaman da yönetimler" dönüp bir daha kendilerine bakmalıdır.
***
Aslında, geçen haftaların en önemli olayı Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'in tespitleriydi.
Fazilet Partisi'nin de "demokrasi" pek umurunda olmadığı için, bu konuşmanın gereklerinin peşine gitmedi.
Ülkenin sorunlarını aşması için ihtiyacı olan "evrensel demokrasi standardları" talebi, "türban karmaşasında" boğuldu.
12 Eylül Anayasası'ndan rahatsız olmayan, Susurluk Skandalı faillerinin ortalıkta dolaşmasını "hukuk devleti" kavramı açısından tedirginlik kaynağı olarak kabul etmeyen, Cumhuriyet tarihinin "katil sanığı" en fazla Meclis'inden bunalmayanlar, "laiklik" bastırması ile inandırıcı ve etkili olabilirler mi?
Çağdaş dünya basınının da işaret ettiği gibi, "din devleti" tehlikesi var ise bunun en iyi panzehiri, Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın çerçevesini çizdiği bir demokrasidir.
Tek parti mantığına sahip çıkarak, hem Türkiye'ye huzur gelmiyor, hem de dünyadan kopuyoruz.
***
Baharın şu neşeli ve serazat günlerinde bile "Lice'deki, sadece gözleri konuşan, dudakları mühürlü insanlar" sizi vicdanen rahatsız etmeye yetiyor. Sadece bizleri değil, gelişmiş dünyayı da...
"Laiklik" ardına sığınıp, "sessizliği" savunmak hiçbir sorunu, üstelik de 76 yıldır çözmüyor.
Bırakın halk ağzıyla konuşsun.