Seksenli yıllarda Ortadoğu'ya, özellikle Lübnan'a o kadar çok giderdim ki, her yılın en az dörtte biri oralarda geçerdi. Birkaç savaşın içiçe geçtiği, Ortadoğu'nun ve Lübnan'ın "dünya siyasetinin merkezi" haline geldiği yıllardı. İsrail-Filistin Savaşı, Müslüman-Hıristiyan Savaşı, Arap ülkelerinin birbirleriyle hesaplaşmaları.. hepsi Lübnan sahnesinde, özellikle başkent Beyrut'ta yansırdı. Beyrut, Lübnan'ın; Lübnan, Ortadoğu'nun; Ortadoğu, uluslararası dengelerin bir aynası gibiydi...
Gide gele, Arapça konuşabilmenin de verdiği avantajla, Ortadoğu'yu ve özellikle Lübnan'ı içinden tanır olmuştum. Beyrut, dünyada en iyi bildiğim, en iyi tanıdığım şehir haline gelmişti. Bu tanışıklık sebebiyle, Lübnanlıları, o dönemde dünyanın en akıllı, en bilgili, en politize insanları olarak gördüm. Öyle olmaya mecburdular. Tüm dünyanın sarkacı başlarının üzerinden gidip geliyordu. Dünyanın en ufak köşesinde yaprak kımıldasa, Lübnanlılar fırtına hazırlığına girerlerdi.
Ama Lübnan'da olması en imkânsız şeyler oldu. Herşeye rağmen, bir tek şeye hiç ihtimal verilmiyordu; Beyrut'a İsrail'in girmesine ve Filistinlilerin sürülmesine... Yakın tarihte hiçbir Arap başkenti işgal edilmemişti. 1982 yılında o da oldu... Olmayan ve olmayacak hiçbirşey kalmadı...
Türkiye'ye döndüğüm vakitlerde, yollarda karşılaştığım ve uzun dönemdir birbirimizi görmediğimiz dostlarım, yüzüme hayret ifadeleriyle bakarlar ve hal hatır sormadan önce Lübnan hakkında beni soru yağmuruna tutarlardı. Onlara göre Lübnanlılar, garip insanlardı ve o diyarda insanlar birbirleriyle anlaşılması mümkün olmayan bir teviye çatışma içindeydiler...
Beyhude yere, durumun böyle anlaşılamayacağını, Lübnanlıların da bizim gibi insanlar, hatta gayet zeki ve kültürlü insanlar olduklarını, orada olan-bitenin "tarihin cilvesi" sayılması gerektiğini anlatmaya çalışırdım.
Tarihin, ne zaman hangi istasyona ne şekilde uğradığı kestirilemiyordu. Bu kez, o "durak" Ortadoğu ve Lübnan idi...
Bu açıklamanın hiç kimseyi tatmin etmediğini de farkederdim. Ne var ki, bu tespitin pek de yabana atılmaz bir "felsef” gerçeklik" içerdiğini, yıllar sonra, bu kez doksanlı yıllarda Balkanlar'da kendime doğrulattım. Bosna-Hersek'te, özellikle Saraybosna'da...
Saraybosna, feci bir durumdaydı. Dünyanın nabzı orada atıyor, dikkati orada toplanmıştı. Hergün amansız bir Sırp bombardımanının altında o güne dek inşa edilmiş nice hayatlar yerlebir oluyordu. Saraybosnalılar, kültürlü ve "Avrupalılar" olarak yaşamaya alışkınlardı ve bu barbarlık ortamının kendilerine reva görülmesini akılları almıyordu.
Ve, Saraybosna bir "olimpik" şehirdi. 1984 Kış Olimpiyatları, orada yapılmıştı. Olimpik tesisler, Sırp bombardımanı altında harabeye çevriliyordu...
Saraybosna'da hep Beyrut'u hatırlardım... Kış Olimpiyatları'nın renkli rehavetinde, bu şehir eğlenirken, o 1984 yılında biz Beyrut'ta cehennemi yaşardık ve herhalde Saraybosnalıların aklına Beyrut'un 1984'te yaşadığını 1994 yılında yaşamak hiç gelmezdi...
Oysa 1994'te Beyrut'ta herşey normaldi. Beyrutlular da, televizyon ekranlarından Saraybosna'yı uzaktan, belli belirgin bir kayıtsızlıkla izlerlerdi. Sanki, kısa süre önce aynı serüveni kendileri yaşamamışlar gibi...
Bu kez tarih, "Saraybosna istasyonu"nda durmuştu...
Kosova, tedirgin ama Saraybosna örneğini yaşamayacağından az çok emin yaşamını sürdürdü. 1999 yılında bu kez tarih, "Kosova istasyonu"nda... Saraybosna sakin; yüzbinlerce Kosovalı Arnavut, ülkesi içinde evinden sökülmüş, dağ başlarında, ağaç diplerinde tutsak veya Makedonya'da, Karadağ'da, Arnavutluk'ta sürgün...
Tam da bu sırada, Türkiye'de akıl almaz işler oluyor. Beyinler donmuş, ruhlar kilitlenmiş; diller, kalemler azgınlaşmış... En aklı başında insanlar dahi, sadece geriye ya da burnunun ucu kadar ileriye bakıyorlar.
Ne olabilir ki?
İnşallah birşey olmaz. Tarih treni "Türkiye istasyonu"nda durmaz...