Orda bir "oğlum" var uzakta!
Bayram tatilinin armağan ettiği rehavete sığınıyor ve birbiriyle ilgisiz gibi görünen ama dibine kadar rabıtalı(!) iki öyküyü bir yazıda buluşturmak istiyorum izninizle... Elden geldiğince uzatmamaya çalışırım ama ne yapalım "hap" gibi yazı bekleyenler okumayabilir! Sabredenlerse, eminim ki "dostlar sofrası"nda cebinden her an çıkarıp anlatmaktan keyif duyacakları iki öyküye sahip olacaktır!
Moskova'daki bebek Genç adamın adı, Nail Çakırhan'dı.. 1920'lerin sonunda Nazım Hikmet'le tanıştı, "örgüt"e girdi ve Nazım'la, kapağında "1 +1" yazan bir şiir kitabına imza attı. 1930'ların sonundaysa, Sovyetler'de buldu kendini.. Pulsuz, pasaportsuz maceralı bir yolculukla ve gizlice geldiği bu ülkede "sosyalizm" okuyacak ve ülkesine dönüp öğrendiklerini, öğretecekti!! Okudu da Moskova'da; hem de dört yıl boyunca.. Ho Şi Minh"i de gördü, Tito'yu da Stalin'i de... Öğrenciliğinin yanısıra, çalışıyordu da bir yandan.. Bu arada, Moskova'daki kolhozlardan birinde tanıştığı genç bir kıza tutuldu.. Adı, Tayyis'ti kızın. Tutkuyla bağlandılar birbirlerine.. Ancak, İkinci Savaş, kapıya dayanmış, Sovyetler'de seferberlik ilan edilmiş, "sosyalizm" öğrenmeye gelen yabancılara da yol görünmüştü. Evet, ülkelerine gerisin geri gitmeliydiler! Çakırhan da, geldiği maceralı yolculuğun benzeriyle dönmeye zorunluydu ancak Tayyis'i, yani, karnında bebeğini taşıyan kadını da terketmek durumundaydı.. Çaresiz, döndü genç adam, pasaport kanununa muhalefetten yıllarca hapis yattı, çıktı, arkeolog Halet Çambel'le evlendi... "Alaylı bir mimar" olmasına rağmen "Dünya Ağa Han Mimarlık Ödülü"nü aldı.. Ve ancak 1995'de, yani elli yıl sonra yeniden gelebildi Moskova'ya.. Eşi Halet Hanım da yanındaydı. "Bebek"liğini dahi görmediği oğlunu ve Tayyis'i bulmak üzere.. Buldular da...Sarıldılar, kucaklaştılar; fotolar çektirildi ve yeniden gelindi Türkiye'ye.. "Uzak"ta bir oğul ve eski bir "sevgili"yle, Arnavutköy'de Boğaz manzaralı bir evde yaşayan "eski tüfek" bir adamın birbirlerine sıklıkla yazdığı mektuplar kalmıştı geriye..
Kore Dağlarında "oğlum" kaldı... Genç adamın adı, Talip Yıldız'dı.. 1950'lerin başında, Türk Ordusu'nun bir neferi olarak, Bursa, Gemlik'ten hareketle, İstanbul'dan bir askeri gemiye binip Kore dağlarına savaşmaya gitti zorunlu olarak!! NATO birlikleriyle, "sosyalist ittifak" arasında şiddetli çarpışma tüm hızıyla sürüyordu.. Talip, Kore'ye gelişinin dördüncü ayında göğsüne isabet eden bir "düşman"(!) kurşunuyla ağır yaralandı. Cephe gerisindeki Yokohama Hastanesi'nde tedavi olmaya başladı. İyileşmişti kısa bir süre sonra ve tüm bu tedavi sırasında, başucunda hep Suriye'li gönüllü hemşire Melha Ejda olacaktı. Hayat bu ya, Talip'le, Melha, gönül verdiler birbirlerine.. Hatta, doğacak çocuklarına bir isim dahi belirlemişlerdi, Barbaros... Ancak, çok kısa bir zaman sonra, karargâhın megafonlarından yükselen bir anons, iki genç sevgilinin "ebedi" ayrılışının haberini verecekti.. "Bütün Türk askerleri gemilere binsin. Yarım saat sonra Türkiye'ye hareket edilecektir." Sevdiği kadına haber dahi verememiş, kendini birdenbire Okyanus'a "vira" diyen askeri Türk gemisinde bulmuştu Talip... Savaş bitecek, Barboros doğacak, yıllar geçecek, Talip de Melha da birbirini arayıp bulmak isteyecek ama örneğine ancak filmlerde rastlanacak gariplikler, töreler, tesadüfler, şanssızlıklar sonucu vuslat olamayacaktı.. (Gülümse-Ömür Sabuncuoğlu röportajından alınmıştır.) Geriye, "1994'te yaşama veda eden Bursalı onbaşı Talip"in Kore sonrası evlendiği eşinden olan kızı Gül'ün "Kardeşim Barbaros'u arıyorum, aramaya da devam edeceğim" çığlığı ve üç beş Kore hatırası fotoğraf kalacaktı!!
*** Bu öyküleri, Filistin'de, Felluce'de "kırık bir bayram" geçiren milyonlara armağan ediyorum! Bu arada radyocu, gazeteci, televizyoncu, dergici, yapımcı, "hayat okulu öğretmeni", hülasa, hamarat arkadaşım Mesut Yar'ın, bu hafta bizim bir başka maharetli arkadaşımız İclal Aydın'ın Gülümse'sinde başlayan köşesinin adını kayda almak gerek; "Cumartesi Babası".. Mesut, sekiz yıldır yalnız yaşıyor ancak hafta sonu nüfusu ikiye çıkıyor evin.. Oğlu geliyor. Batuhan'la, bir başına sıkı bir gün geçirdiği, çocuklaştığı, güle oynaya dolaştığı, "baba" kelimesini en çok işittiği cumartesi günlerinden mülhem de "Cumartesi Babası" oluveriyor anlayacağınız! Ama nasıl da güzel anlatmış "son cumartesi"ni bilemezsiniz. Hemen "yakın"ındaki oğluyla yaşadıkları mutlu zamanları yansıtıyor uzun uzun ve "Şükür ki 'Cumartesi Babası'yım, ya 'Cumartesi Annesi' olsaydım!" diye nokta koyuyor! Ve sanki oğulları, bir bilinmez "uzak" yerlerde olan babaları, hatta, "orta"nın "Doğu"sunda, bazen bizde kurşunlarla her an her saat parçalanan "oğul"ları anımsatıyor... İyi Bayramlar...
|