Son günlerde
Saddam'ın karizması: Artık denge tutturmaya gerek yok, bu yüzden "Tamam, Bush'tan yana değiliz ama Saddam da acımasız bir diktatördü canım!" şeklinde hüküm cümleleri kurmak anlamını ve geçerliliğini yitirmiş durumda. Şimdi moda Saddam'ın son halini "acayip karizmatik" bulmak! Fazla kilolarından kurtulmuş, suratındaki ablak ifade büsbütün gitmiş, incelmiş yüzünde gözleri öne çıkmış, gözleri "içselleştirilmiş mağduriyet" havasıyla manalı bakıyor, üzerine giydiği elbise içinde bulunduğu duruma uyumlu, dik yakalı beyaz gömlek heybetini artırıyor, sakallarındaki siyah-beyaz kıvamı kararında! Hele o zincire vurulmuş hali! Bir tür Libya çöllerinde İtalyanlar'a tutsak olmuş Antony Quinn edası yok mu o görüntüde. Eh, daha ne olsun! Her haliyle "safi karizma"! Görüntü çağının kahramanı sayılan Amerikalılar, herhalde ortaya çıkan bu görüntüler nedeniyle pişmandır. Çünkü saçı sakalı birbirine karışmış, kıstırılmışlık duygusu gözlerinden okunan ve alçaltıcı biçimde ağzının içine bakılan Saddam görüntüsü, ABD'nin daha çok tercih edeceği bir görüntüydü.
Cezayir mi? fransa mı?: Ahmet Tulgar'a iki kere helal olsun! Milliyet'teki haberinde, hem Beyoğlu'ndaki Cezayir Sokağı'nın Fransız Sokağı'na dönüştürüldüğünden, hem de daha düne kadar elimizi kolumuzu sallayarak girdiğimiz sokağın girişinin ruhsuz ve antipatik güvenlik cihazları aracılığıyla "tutulduğundan" bizleri haberdar etti. Şimdi biz hangisine yanalım? Cezayir'i en son tanıyan, İsrail'i ilk tanıyan bir ülkenin çocuğu olarak yıllardır utanç içindeydik, şimdi de bize düşen İstanbul'daki "Cezayir Sokağı"nı bir çırpıda "Fransız Sokağı"na dönüştürmenin utancıyla yaşamak mı olacak? Hadi "gerginlik çıkmasın" diye bu utancı da sineye çektik diyelim, peki "Fransız Sokağı"na üzerimiz ve çantalarımız aranarak girmenin utancı ne olacak? Gidip Sezai Karakoç'un "Cezayir'in Atları" şiirini mi okuyalım, yoksa Nuri Pakdil kitaplarına mı vuralım kendimizi? Yoksa bu pasifist yaklaşımları bir tarafa bırakıp, Ahmet Tulgar gibi direnişe mi geçelim? Ben kendi adıma Ahmet Tulgar'ın yanında olduğumu buradan bildirmek isterim. Cezayir için ve sokaklarımıza özgürce girmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım!
Ne yapmalı?: Erdoğan meslek liselerinin önünü açan yasa değişikliğini gündeme getirdiğinde "Bakın, hiç değişmemiş, ilk fırsatta imam-hatiplere selam veriyor" dediler.. Erdoğan, geçtiğimiz gün "Meslek liseleriyle ilgili düzenleme gündemimizden çıkmıştır" dedi, bu kez "Bakın, tabanına verdiği sözden nasıl da geri döndü" dediler. Bir tür "Asiye Nasıl Kurtulur?" piyesi gibi bir şey bu.. Öyle yapıyor olmuyor, böyle yapıyor olmuyor.. Şimdi o tarihi soruyu bir kez daha soralım: Ne yapmalı?
Metin Erksan için: Keşke Attila İlhan sadece şair ve romancı olmakla yetinseydi. Keşke Oktay Sinanoğlu, dünyaca ünlü bilim adamı sıfatına fit olsaydı. Keşke Bedri Baykam kendisini sadece resim sanatına adasaydı. Bu keşke'ler uzar gider. Hürriyet'te Yener Süsoy'un, unutulmaz filmlerin yönetmeni Metin Erksan'la yaptığı söyleşiyi okuduktan sonra, "Keşke Metin Erksan, şu mesnetsiz ve gerekçesiz politika merakından vazgeçse ve yeniden film çekse" dedim. Çünkü söyleşiyi okurken hep şu soruya yanıt aradım: "Sevmek Zamanı gibi Türk sinemasında eşine rastlanmayacak incelikte bir filmi çekmeyi başarmış yönetmen, politika alanında çizgileri bu kadar kalın çizer mi?" Çiziyor işte! Mesela diyor ki, "Ben hiçbir seçimde hiçbir partiye oy vermedim. Sandığa attığım kağıtta Kur'an'daki şu ayet yazılıydı: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Yani Erksan, oyunun cahillerin oyuyla eşdeğer sayılmasına bozuluyor!
|