Bu bir hasret yazısı; insanın burnunun direğini sızlatan, yüreğini kanırtan bir özlem itirafı.
Memleketin havası suyu, kenti köyü, insanları, akarsuları, dağları, müziği, rüzgârları, şiiri, yemeği gözümde tütüyor.
Dâüssıla denilen onulmaz illete tutuldum.
İşin garibi yabancı ülkelerde değilim. Türkiye'deyim ama yine de Türkiye'yi özlüyorum.
Bu derin özlem, Akhisar yakınlarındaki alçakgönüllü bir yolüstü lokantasında yoğunlaşıverdi.
Arabayla gidiyorduk; bir benzin istasyonunun içine gizlenmiş Manzara lokantasını gördük.
Epey ikircikli indik arabadan. Temiz mi pis mi, yemekleri nedir diye bir süre düşündük.
Derken, hiç ummadığımız bir şey oldu. O alçakgönüllü lokanta, pırıl pırıl görünüşü, geleneksel Türk mutfağı ve dost çalışanlarıyla birdenbire beni "eski güzel Türkiye"ye götürdü.
Lorlu biberler, patlıcan salataları, köy ekmeği, tarlada yetişmiş hormonsuz domates ve biberin unutulmuş tadı, asitsiz zeytinyağı kokusu, aşçıbaşı ve garsonların artık çoktan terkedilmiş nezaket ve konukseverlik tavrıyla bütünleşmişti.
Çaldıkları müzik bile Yahya Kemal'in "Tamburi Cemil bey çalıyor eski plakta" dizesini hatırlatan bir incelikteydi.
Birden içim sızladı.
Neleri yitirmiş olduğumuzu hatırlamanın hüznü gözlerimi nemlendirdi.
Biz böyle değildik!
Türkiye bu kadar kaba, bu kadar vurdumduymaz, bu kadar benliğini ve kültürünü satmış bir ülke değildi.
İnsanlar alçakgönüllü ve birbirine saygılı bir davranış içindeydiler.
Büyük küçük belliydi.
Yüzyıllar içinde oluşmuş bir toplum sentezi; aile yaşamını, ibadeti, sosyal ilişkileri, eğlence alışkanlıklarını kaynaştırmış ve ortaya dengeli bir toplum yapısı çıkarmıştı.
İnsanlar haramdan kaçıyor, helal para kazanmak istiyordu. Ayrıca kimsenin öyle çok parada da gözü yoktu.
Televole çılgınlığı öncesinde eğlenceler düzeyliydi; bu toprakların kültürüyle yoğrulmuştu.
Amerikan hayranlığı, budalalık derecelerine vardırılmamıştı.
Herkes Türkçeyi doğru ve güzel konuşmaya çabalardı.
Bana göre dünyanın en güzel yemek sentezi olan Türk mutfağının yerini, Amerikan ve Avrupa abur cuburları almamıştı; bu yüzden gençler daha inceydi.
İnsanlar ülkesiyle gurur duyardı; parasına güvenirdi.
Herkes ibadetini yapıyor ama dine dayalı bir rejim kurma peşine düşmüyor, yüzyılların oluşturduğu sentezle akşamları bir kadeh rakısını da içmekte sakınca görmüyordu.
En samimi Atatürkçüler cuma namazına gidiyorlardı.