İlkokul üçüncü sınıfı Yağanbaba köyünde okumuştum. Köy, "Yağan" adlı bir evliyadan almaktaydı adını. "Baba"nın pürtüklü bir mezartaşı vardı. Ziyaretçiler, mezarın üzerindeki bir küçük taş parçasını alıp dik duran mezartaşı üzerine koyardı. Eğer dilek olacaksa taş dururdu, düşerse umutlar artık bir başka bahara...
Bingöl dağlarından gelen su, Yağanbaba köyünün alt tarafından geçerek Çobandede köprüsünün bağrında Hasankale çayı ile birleşirdi.
O çocukluk günlerimden iki fotoğraf kalmış anılarımın albümünde...
Biri, mevsimini hatırlamasam da balık yakalamak; öteki, ilkbahar geldiğinde Köprüköy'e ağaç dikmeye gitmek... Balık tutulmaz, yakalanırdı çünkü... Bingöl dağlarından kopup gelen su azametini azalttığında, yatağı bir başka yöne verilir, çakıllar üzerinde kalan balıklar, bostanda karpuz misali toplanırdı.
Bingöl dağlarından gelen su, Hasankale çayı ile birleştiğinde ise şanlı Aras adıyla anılan bir büyük ırmak olacaktı...
Büyük suyun balığı da büyük olur derler. Bu yüzden abiler, amcalar bilek kalınlığında "dinamit"leri Çobandede köprüsü üzerinden Aras'ın kalbine bırakır bırakmaz bu kez suyun yüzü silme balığa keserdi,
O çocukluk günlerimde Çobandede köprüsü, hülyalarıma sığmayan azametiyle bir uzun yıllar durdu. Birkaç yıl önce, yine mahzun yüzünü gördüm. Ulaşıma kapanmıştı. Yılların ve anıların tozu ile ihtiyarlığının demini sürmekteydi sanki...
Şimdi "Koç Allianz" yayını olarak çıkan "Türkiye'nin Köprüleri" kitabında Yusuf Tuvi'nin, üstelik geçen yılın tarihini taşıyan Çobandede köprüsü fotoğrafını görünce, hayalim ve hatıralarım birden o çocukluk günlerime yelken açıverdi.
Çobandede köprüsü, yıllara değil yüzyıllara meydan okuyan o azameti ve haşmeti ile karşımdaydı yine... Üstelik üzerinde iki insan silüeti ile...
Biri bendim şüphesiz o silüetin, öteki ise çocukluğumun hayali ve hatırası...
"Türkiye'nin Köprüleri" kitabındaki fotoğraflara bakın, mutlaka sizin de çocukluğunuzdan bir gölgenin hayaliniz ve hatıranız üzerine düştüğünü göreceksiniz. Zaten çocukluk da hayallerden hatıralara kurulan bir köprü değil midir?
Rubaileri o tarihten beri de dilden dile dolaşmakta...
İsmet Nadir Atasoy'un Dr.Abdullah Cevdet'in 1914 yılında "Rubaiyat-ı Ömer Hayyam" çalışmasını kaynak alarak hazırladığı kitap, aynı adla Berfin Yayınları tarafından yayımlandı.
Atasoy'un Hüseyin Daniş Bey'in 1922'de İstanbul'da yayımlanan "Rubaiyat-ı Hayyam" yapıtından aktardığına göre Ömer Hayyam'ın ölümü ise şöyle:
"1123 yılında İbni Sina'nın "Kitabüş Şifa"sının ilahiyat bölümündeki 'Bir ve Çok' bölümünü okurken dişlerini karıştırdığı altın kürdanını kitabın arasına koyarak ayağa kalktı. Vasiyetini yaptı. O gün hiçbir şey yemedi. Yatsı namazını kılarak secdeye kapandı.
- Yarabbi! Bilirsin ki ben seni bileceğin kadar bildim. Bana mağfiret et. Seni bilmem, mağfiretine vesiledir, dedi ve ruhunu teslim etti."