kapat

21.01.2001
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Superkupon
Magazin
Sabah Künye
Cumartesi Eki
Pazar Eki
Melodi
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2001
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Boğanın gölgesi kapağa düştü
Yangın Merdiveni'nin yazarı Ural'a göre okur kırmızı pelerini göstermeseydi boğa boynuzunu uzatmayacaktı

Bugünlerde hangi dala el atsanız kırılıyorsa, bütün kavramlarınızın içi boşaldıysa, canınız sıkılıyor ve kaçmak istiyorsanız, kaçışınıza hiç değilse bir kitabın sıcaklığı eşlik etsin istiyorsanız, kısa, vurucu, uçuk, sarsıcı, hikayeler seviyorsanız, gerçeğin öte yakasına geçmeye hazırsanız, Ali Ural'ın Şule yayınlarından çıkan Yangın Merdiveni'ne koşabilirsiniz.

Bir gün kaçmak istiyordum. Neyden ve nereye; bilmiyordum. Bir rafta, hangisiydi unuttum, Yangın Merdiveni'ni gördüm. Kül olmadan ineyim şu merdivenden dedim. Kitap bitti. İnmeye çalışırken, basamakları çıktığımı gördüm. Aldattınız beni. Selamete çıkacakken, yangınların ortasına ittiniz.

Hayat da biraz böyle değil midir? Su, dondurucu buza, sürükleyici sele ya da yakıcı buhara dönüşmez mi? Kaçmak her zaman kurtuluş olmayabilir. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyanın öyküleri can yakıyorlarsa sahiciler demektir. Galiba yazar biraz da hırpalamak istiyor okurunu. İğnelerini sinir uçlarına batırıyor ki alışkanlıkların uyuşturduğu duyuları harekete geçsin. Tanpınar'ın Huzur romanında şöyle bir cümle geçiyor. Hakikatte bir şafak diye baktığın şey, bir yangındır.

Tabii önce kapak çarpıyor insanı Yangın Merdiveni'nde. Daha okumadan şöyle düşünüyor insan: Bu tıpkı bana benzeyen kızgın boğa da nereden girmiş buraya? Daha doğrusu, benim ne işim var bu kitapta?

Eğer okurlar kırmızı pelerinlerini göstermemiş olsalardı, boğa da okudukları kitabın kapağına boynunu uzatmayacaktı. Ama bir kere boğanın gölgesi kapağa düştü, boynuzların uçları parladı. Artık okura düşen ya kaçmak ya da boğayı altetmeye çalışmak. Sizin işiniz var bu kitapla. Çünkü kimi zaman matador, kimi zaman boğasınız. Her okur gibi siz de öykülerin içinde yer aldınız. Sizin için artık geç ama kendileriyle karşılaşmaktan korkanlar vakit varken kitabı ellerinden bırakıp bu hareketleriyle yeni bir kaçış hikayesini başlatabilirler.

Onun için mi öykülerinize "Kaçış hikayeleri" diyorsunuz?

Kaçış hikayeleri, çünkü kaçıyoruz sürekli. Okumayı öğrenirken ilk karşılaştığımız cümlelerden biri, "Ali koş"'dur. Sonra "Nasılsın" sorusuna "Koşturuyorum" diye cevap verilir. Kaçabilmek için çoğu zaman koşmak gerekiyor ama her zaman koşarak kaçılmıyor.

Ya nasıl kaçılıyor?

İnsan konuşarak ya da susarak görerek ya da görmezlikten gelerek gülerek ya da ağlayarak, uyuyarak ya da uyutarak kaçabilir.

Siz nelerden kaçıyorsunuz?

Eğer kimlerden ve nelerden kaçtığımızı ciddi bir şekilde düşünebilseydik, elimizde uzun listeler oluşurdu. Hem kaçıp, hem yerimizde duruyoruz galiba. Yani kaçtığımızın farkında değiliz ya da itiraf etmek istemiyoruz. Elde ettikleriyle elde edemedikleri arasında sıkışıp kalan insan, farkında olsun ya da olmasın bir yerlere kaçıyor. Kimi işyerine, kimi evine, kimi sevgilisine. Sorumluluktan, çalışmaktan, düşünmekten, hayattan... Belki ben de hikayelerime kaçıyorum.

Ben size nelerden kaçıyorsunuz diye sordum, siz nereye kaçtığınızı söylediniz.

Doğru. Bu da bir kaçış işte.

Yangın Merdiveni'niniz bir film fragmanı gibi. "Basamakları inerken, bütün sonlara hazır olun!" uyarısıyla başlıyor. Hangi sonlara?

Yangından acil çıkış yapacağınızı sandığınız merdivenin aslında sizi yangının tam da göbeğine götürdüğünü söylememiş miydiniz? Karşıdan karşıya geçirmek istediği körün elini caddenin tam da ortasında bırakıp kaybolan biri yanıbaşımızda gazetesini okuyor olamaz mı? Lezzetli mantarların hangi cinayetleri planladığını kim kestirebilir. Usturasıyla ağır ağır sakalınızı alan berberinizin az sonra boğazınızı kesmeyeceğinden nasıl emin olabilirsiniz? Hangi sonlara mı? Bütün sonlara!

Bakın öykülerinizdeki gibi germeye başladınız. Nasıl bir son planlıyorsunuz. Hem bütün sonlara hazır olun diye uyarıp, hem de öykülerin sonunda okurun canını yakmak biraz ayıp olmuyor mu?

İşlevlerini yerine getiremeyecek kadar tahrip olmuş bir sinir sistemi insan için büyük bir tehlikedir. Acı duymamak, ancak hastalar için bir kazanç sayılabilir. Çıkarlarının zarar görmesi dışında hiçbir şeyin canını yakmadığını duyarsız insanlara dönüştük. Acı duymamak insanın aleyhine olmamalı. Hissetmeyerek sorumluluktan kurtulmuş olmazsınız. Boğanın mı, matadorun mu daha tehlikeli olduğunu ayırt etmemizi engelleyecek bir sinir sistemi iflas etmiş demektir.

Kitabınızda yer alan 25 hikayeden bazılarının isimleri şöyle: Barkod, Kontör, Sanal Bebek, Nöbetçi Eczane, Radyo, Yirminci Kat, Dublör, Ambülans, Orkestra... Kent yaşamından parçalar alıp biyopsiye mi gönderiyorsunuz?

Belki de... Her öykücü yaşadığı çağın sağlıksız dokusunu kurcalayıp gelecek zamanlara o çağın izlerini taşır. Aslında çılgınlaşan insan hayatının hikayeleri bunlar. Hipermarketlerde nefes nefese koşarken kendinin metaya dönüştüğünü unutan, bu nedenle alışveriş arabası dolsa da hiçbir şey alamadan evine döndüğünü hisseden, telefon ya da bilet kontörleri tükenince susan ya da duraklarda kalan, yani yaşam kredisini sorumsuzca tüketen, ilaç aramak için nöbetçi eczaneleri dolaşan ama elindeki reçetede hiçbir şey yazmadığını göremeyen, çoğunlukla ilacın aslına değil, muadiline razı olan, gökdelenlerde yirmi kat çıktıktan sonra ansızın birinci katta olduğunu farkeden, varması gereken yere tam ulaştım dediği anda tekrar en başa döndüğünü farkeden, matruşkalara taş çıkartacak bir iç içelikle dublörleriyle beraber yaşayan insanların, yani bizim hikayelerimiz...

Bu son tanımınız çok vurucu. Bu ülkede hakikaten yaşam insanlarda kimlik bölünmesi yaratıyor. Hepimizin içinde kendi dublörlerimiz oluşuyor. Hayatta kalabilmek için matruşkalarımız oluyor. Her bir işimizi bölünmüş hallerimizle yürütüyoruz. Demek bu his yüzünden siz bu hikayelerde kahraman isimleri koymadınız. Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi...

Bunun iki nedeni var. Birincisi okuru, hikayenin doğrudan içine çekip, hikayenin gizli kahramanı yapmak. İsimlerin çağrışımlarını aradan çıkartıp, okurla hikayeyi aynı teknede yoğurmak. İkincisi çok klişe bir tanımlamayla, "Globalleşen bir dünyanın" insanlarıyız biz. Kimliklerimizde o kadar tahrifat yapılmış ki isimlerimiz okunmuyor.

Farklılıkların törpülenmesinin, insanları birbirine yaklaştıracağını düşünenlere karşı yanıt gibi kitabınız...

Tabii dengeyi sağlayan farklılıklardır. Yüzleri silinmiş insanlar birbirlerine ne anlatacaklar. Farklılık, birinin eksik bıraktığı yeri diğerinin doldurmasıdır. Bu yüzden daireler dişliler haline geldiğinde birbirlerini döndürürler.

Hikayelerinizde yer isimleri ve tarihler de yok?

Tarihleri okur atsın. Yerlere gelince, bu hikayeler dünyada geçiyor. İstiyorum ki yalnız kendi ülkemin insanlarına değil, dünyanın neresinde olursa olsun, aynı tünelden geçenlere de ulaşsın.

Özetle okura çok fazla yükleniyorsunuz...

Okurumla el ele yürüdüğümü söylemiştim. Bazen yankı, asıl sesten daha etkilidir.

Kitabın arka kapağında "Yangından arta kalanlara korkmadan bakabilenler için..." yazıyor. Demek kalbi sağlam okurlar arıyorsunuz. Belki kendi kaçışınız için suç ortağı lazım size...

Evet, bu gerilime dayanacak kalbi sağlam okurlar arıyorum... Suç ortağı...

Okurumla aynı kelepçenin iki ucunda olmak... Evet bunu istiyorum zaten...

Kitabın arka kapağında yangından neler arta kalıyor?

Benim için öyküler... Ya sizin için?

İnci Avcısı'nda bugün

TRT 2'de 20.20'de yayınlanacak programda konuk Aydın Menderes, başta sandalyesi olmak üzere çeşitli eşyalarının diliyle ekrana yansıyacak.

Nuriye Akman

nuriyeakman@hotmail.com


Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır