kapat

Pazar Eki
24.12.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
Sabah Künye
Ata Online
Cumartesi Eki
Pazar Eki
Melodi
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

YeniBinyil
Turkport
1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Güneşin doğuşu batışı farksız...
Anne sevgisi... Sözüne güvenilir insan... Hastasını kurtarmak için çırpınan doktor... İçeriği biçime yeğleyen cumhurbaşkanı... Bu ve benzeri kavramları güvenle, kuşku duymadan kullanırdık. Artık o devir geçti. Bir alacakaranlığın içine yuvarlandık. İşaret yok, yol gösteren yok. Güneş doğmakta mı, batmakta mı; o bile belli değil

TV ekranında cezaevi operasyonundan görüntüler yer alıyordu. Bu arada iki adam sakin sakin konuşuyordu:

- Ne var sizin orada?

- Bizim burada şimdi, C tarafından başladılar, girdiler. Biz barikatları falan kuruyoruz. Çanakkale'deki arkadaşlar suyu kesmişler. Eğer, götürülme durumunda, bütün arkadaşlar ölüm orucuna başlayacaklar. Ceyhan'a da aynı doğrultuda haber iletmeyi düşünüyoruz.

- Ölüm orucu olan tüm birimlerimizde o zaman söyleyin, saldırı başlayan birimlerimizde bir arkadaşımız kendisini yaksın.

- Bir arkadaşımız kendisini yaksın.

- Sadece bir direnişçi kendisini yaksın ve verin düşmana.

- Bir direnişçi kendisini yakıp düşmana vereceğiz, tamam.

* * *

Birinci saniye: Ürperme

Söyleyecek kelime bulamadan bakakalma...

İkinci saniye: Acaba?

Bunca yıldır devletin çeşitli kurumları tarafından ilgisiz fotoğraflarla, sahte ifadelerle "tezgaha getirilen" bir sektörün elemanı olarak hemen akla gelen, "Kaset gerçek mi" sorusu...

Üçüncü saniye: Utanç

Kaset gerçek olsa da olmasa da, böyle bir konuşmanın geçebileceğini fark etmekten doğan utanç hissi.

* * *

İddiaya göre, "Bir arkadaşımız kendini yaksın" emrini Şadi Özpolat vermişti. Ancak Özpolat'ın avukatı ve aynı zamanda babası olan Halil Özpolat bunu reddediyordu. Belki de konuşmadaki o "can alıcı" cümleler, çağdaş teknolojinin eseriydi.

Yabana atılmayacak bir olasılıktı bu. Daha önce de kamuoyu yaratmaya yönelik tezgahlar kurulmuştu. Mesela Ulucanlar Cezaevi'nde direnişçi mahkumların ateş açtıkları, bu arada birbirlerini vurdukları iddia edilmiş ama raporlar bunun koca bir yalan olduğunu, 10 mahkumun basbayağı öldürüldüğünü ortaya koymuştu.

Ne var ki, gayet mantıklı ve tedbirli olarak, "Yine mi kandırılıyoruz" sorusunu ortaya atarken, bir başka ses, "Şimdi olmasa da, gelecek sefere bu emir verilecekti" diyordu.

Üstelik yüzündeki yanıklara sürülmüş beyaz pomad ve tepesi yanmış saçlarıyla büyücüleri andıran kadın direnişçi, "Devlet bizi içeride yakıyor" diye bağırmasına rağmen bu sesi bastırmak mümkün olmuyordu.

O utanma hissi yayılıyordu. Hani sol demek vicdan demekti?

HER ŞEY TEPETAKLAK
Cezaevi olayları şimdiye kadar "güvenle" kullandığımız birçok kavramı tersine çevirdi.

Örneğin doktorluğun insanları ölümden koruyan bir meslek olduğunu düşünüyorduk. Sonra tartışmaya başladık: Bir muhalefet aracı olarak ölüm orucuna başlayan kişiye doktor müdahale etmeli mi, etmemeli mi?

Anne ve çocuk arasında kopmaz bir bağ olduğunu, bir annenin, bazen kendi canı pahasına çocuğunu yaşatmak istediğini düşünürdük. Bazı annelerin cezaevinde ölüm orucuna başlayan çocuklarını desteklemesi şaşırttı.

Solcu militanların her şeye rağmen sözlerinin eri olduğu düşünülüyordu. Örgüt üyesi bazı mahkumların ölüm orucu tutar gibi görünüp, aslında tutmadığı anlaşıldı.

Ecevit, Tantan, Türk gibi siyasetçilerin de söylediklerinin arkasında duran kişiler olduğu düşünülüyordu. Önce F tipi cezaevlerinin ertelendiği açıklandı. Ancak operasyonla birlikte birçok mahkum F tipine taşındı. Bu arada görüşmelerin de göstermelik olduğunu anladık: Tantan bir yıldır bu operasyona hazırlandıklarını belirtti.

Bu tersine dönüş inanılmaz boyutlara vardı. Her zaman hapisten kaçmak için fırsat arayan mahkumlar içeriden çıkmamak için direniyordu. Bir direnişçi şöyle yazmıştı: "O çatışma anında koğuşumuz özgür vatan toprağıdır." Mahkumları orada tutmakla görevli güvenlik güçleri ise, "Mahkumlar kaçabilsin diye duvarları deldik" diye açıklamalar yapıyordu.

KORKULUKLAR YETER Mİ GERÇEĞİ DEĞİŞTİRMEYE
Artık hiçbir kavramı rahatça kullanamayız. Buna imkan yok. Şimdi belki itiraz edeceksiniz, "Sadece cezaevi olaylarından hareketle bu söylenebilir mi" diyeceksiniz. Peki o zaman "dışarıdan" örnek vereyim.

MGK toplantıları başlamadan önce TV ve basın çekim yapardı. 'Biçim'e önem vermeyen (vermediği iddia edilen) Cumhurbaşkanı Sezer, bu olağan uygulamayı yasakladı. Niye? Çünkü çekimlerin yasaklanmasıyla birlikte askerin sivil otoritenin üzerine çıktığı izlenimi silinecekmiş. Meğer, Miroğlu'na tabancayı yasaklayarak mafyayı yok edeceğini, Pokemon'u yasaklayarak çocukların psikolojik problemlerini çözeceğini, Seda Sayan'a ceza keserek millete kaliteli Türkçe konuşturacağını sanan RTÜK zihniyeti Çankaya'ya çıkmış da haberimiz olmamış!

BİR ŞEY SÖYLEYİN
Artık alakaranlıktayız.

Yol işaretleri kayboldu.

İşte başka bir "kesim"den örnek... Kendini dine veren Engin Noyan'ın yanına tesettürlü bir kız yanaşıyor. Engin Noyan her zamanki gibi "aşırı" yumuşak biçimde çevresindekilerle konuşmakta. Kız, Noyan'a, "Bana bir şey söyleyin" diyor. Noyan duymamazlıktan geliyor. Kız üsteliyor: "Ne olur bana bir şey söyleyin."

Artık cevap vermemek olmaz: "Ne söyleyeyim size?" Kız bilse zaten sormayacak. "Bir şey söyleyin. Bir cümle söyleyin." Hafifçe, azıcık, belli belirsiz sinirlenen Noyan, o her derde deva lafla sıyrılmaya çalışıyor: "Allah'a sığının."

Kız zaten inançlı. Zaten Allah'a sığınmış. O başka bir şey arıyor. Bu dünyadaki hayatını anlamlı kılacak bir şey, bir cümle, bir işaret.

Ama yok. Artık alakaranlıktayız.


Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır