kapat

Pazar Eki
17.12.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
Sabah Künye
Ata Online
Cumartesi Eki
Pazar Eki
Melodi
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

YeniBinyil
Turkport
1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Siyaset 'kabak tadı' verirse...
Elif Şafak'a göre 'birinin ekmeğini yemek' aslında siyasi bir hareket, bu durumda iktidar ise yedirenin: "Sisteme muhalefet eden, kazan kaldırır. Çocuk küser sofraya gelmez ve ebeveyn ortoritesini sarsar. Muhalefetin en uç noktası ise ölüm orucu"

Toplumun romancı Elif Şafak'ı 'görmesi', onun hiç durmadan yemekten kendini alamayan şişman bir kadın ile bir cücenin aşkları ekseninde, 'görmek ve görülmeye dair' yazdığı üçüncü romanından sonra oldu. Her üç romanı da tarihe yaslanan Şafak'la, yemek ağırlıklı bir sohbet yaptık.

Romanınızla bizi, sizi görmekten haz duyar hale getirdiniz. "Mahrem", 'ortadakileri' değil, 'kenardakileri' göstermekten hoşlandığınızı aşikar etti. Romancı kimliğinizin dışında neleri görmekten haz duyarsınız?

Bir insanın her zamanki halini görmekten değil. Mesela, çok geveze birinin cır cır konuştuğu anı değil de dilinin tutulduğu anı. Korkak birinin cesarete geldiği, cesur birinin korkudan titrediği anı. Sapmaları görmeyi ve göstermeyi seviyorum.

Tasavvufun temel kavramlarını da görmezlikten gelmiyorsunuz.

Tasavvufta tüm evren görmekle ilişkilendiriliyor. Tanrının bu dünyayı kendi suretini, güzelliğini görmek için yarattığına inanılıyor. İnsanın içsel yolculuğu, bu temadan esinleniyor. Hep onu yaşatan güzelliği görme arayışı... Aşk da bu temelde değerlendiriliyor. Şems ile Mevlana'nın karşılaşma anları çok hoşuma gider. Şems, Mevlana'ya "Ey dünyanın sarrafı! Gör beni!" diye seslenir. Bu çok güzel bir çağrı. Aslında hepimiz benzer çağrı yapıyoruz sevdiklerimize.

Tasavvufa ilginiz niye?

Dinler tarihi, kültürel tarih ve sosyal tarih gibi alanlarda okumayı, düşünmeyi, üretmeyi seviyorum. Bazı insanlar bir şey okuduklarında onun doğruluğunu sorgularlar hemen. Doğru değilse kaldırıp atarlar. Benim için okuduklarımın gerçekliği kadar neden öyle anlatıldıkları da önemli. Hacı Bektaş Veli için "Güvercin donuna girdi" deniyor mesela.

Mahrem'in diğer temalarından, "yemekten" söz edelim mi?

Yemek tarihçiliği diye bir alan gelişmeli. Osmanlı'da insanların neler yedikleri, nasıl yedikleri, ziyafetlerin, ikramların nasıl yapıldığına bakarak toplumun yapısı üzerine o kadar çok ipucu toplamak mümkün ki... Sorulması gereken en temel soru şu: Kim kimin yemeğini yiyor?

YEMEK VE GÜÇ
Bir insanın yemeğini yediğimizde onun gücüne boyun eğmiş mi oluruz?

Tabii, "Birinin ekmeğini yemek" diye bir tabirimiz bile var. Birinin ekmeğini yiyorsanız orada bir iktidar ilişkisi var demektir. Misafir olmaktan bahsetmiyorum. Üst konumda olanın alt konumda olanı beslemesinden sözediyorum. Ekmeğini yediğiniz kişinin aracılığıyla bir konum kazanırsınız. Osmanlı'da insanlar sisteme muhalefet ettiklerinde kazan kaldırıyorlar. Padişahın yemeğini yememek, onun gücünü tanımamak demek. Kazanı ters çeviriyorlar.

Bu "ekmeğini yeme" meselesi klasik evliliklerde nasıl seyrediyor?

Erkek dışarda çalışıyor, ne için? Ekmek parası için. Kadın ve çocuklar onun ekmeğini yiyor. Sofrada erkeğin kesesine bereket gelsin diye dua ediliyor. Bunlar elbette bir iktidar ilişkisini barındırıyor içten içe. Ancak burada söz konusu olan iktidar, çok daha soyut, çok daha örtük bir iktidar. Bunu tespit edip eleştirmek, eleştirip dönüştürmek zor, çok zor.

Muhalefet etmeyi çocuklar da çok iyi bilir, öyle değil mi?

Doğru. Çocuk küstüğünde yemeğe gelmez. Aile sofrasına oturmamak bir tepkidir. Buna izin verilmez. Hep şu söylenir: yemeğe küsülmez, yemeğe küsmek aile kurumunun meşrutiyetini sarsar. Yeniçeriler, çocuklar... Yemeği geri çevirmek her zaman siyasidir. Örneğin Divan-ı Humayun'a padişah gelmese de yemek gönderir.

Ramazanda yemek yememek Tanrı iradesine boyun eğmek demek.

Pek çok dine ve tarikata baktığımızda yemek yememek ya da nelerin yiyeceğinin saptanması, bedenin ve nefsin terbiyesi olarak görülüyor. Aslında yemek kültüründen kalma pek çok sözü hâlâ kullanıyoruz. Mesela bazı medreselerde talebeye 40 gün kabak yediriliyor. "Kabak tadı" verdi lafı buradan çıkmış.

* Bu kadar sık yemek krizine girdiklerine göre, kadınların nefisleri daha mı güçlü?

Kadınlar da bulundukları durumu kabullenmediklerinde, tepkilerini yemekle dışa vuruyorlar. Yemek pişirmiyorlar, yemeği kötü pişiriyorlar.

* Ama kadınlar tepkilerini yemeyerek değil, aksine fazla yiyerek gösteriyorlar.

Kadınlara öğretilen ne? Rejim yap, kilo alma, güzel ol. Yani "Oğlum sofraya otur" diye gürleyen geleneksel öğretinin yanı sıra, bir de "Kızım sakın kilo alma" diyen bir modern öğreti de var. İşte bu öğretiye karşı çıkmak için kadın daha çok yemek yemeye başlıyor. Bu bilinçsizce yapılan bir şey. Tepkisini yiyerek gösteriyor. Demek ki kadın, vücudu yüzünden onu hırpalayan ataerkil sisteme, vücudunu hırpalayarak tepki gösteriyor.

* Yemekle muhalefetin en uç noktası ölüm oruçlarına ne diyorsunuz?

Başvurulabilecek en son yol. İnsanlar bunu kendilerini yok etme pahasına yapıyorlar. Üstelik bu aniden değil, gün gün, yavaş yavaş gerçekleşen bir yok oluş. Ama biz dışarıdakiler, içeridekileri ancak yok olmaya başladıklarında görmeye başlıyoruz. Trajedi burada: İçeridekiler hayattayken dışarısı tarafından görülmüyor. Ancak ölümleriyle görünürlük kazanıyorlar.

Ucubeleri ders çalışır gibi araştırıyorum
* Kitaplarınız "insan" odaklı bir tarih anlayışına sahip olduğunuzu açıkça gösteriyor.

İnsanlardan kopuk, soyut bir tarih düşünemiyorum. Kurumların, savaşların, devletlerin tarihi beni o kadar çekmiyor. Bunları ancak o kurumların, o savaşların, o devletlerin içindeki insanlar aracılığıyla hissedebiliyorum.

*Peki Osmanlı nasıl görür ve görülürdü?

Hangi dönemdeki Osmanlı? Kuruluş dönemi, klasik dönemden farklı. Geç dönem tamamen farklı. Sonra, hangi mekandaki Osmanlı? Osmanlı'ya İstanbul'dan bakarsanız farklı, Şam'dan bakınca farklı, Balkanlar'dan bakınca daha da farklı. Üçüncü olarak, kimin gözünden anlatılan Osmanlı? Bir gayrimüslim açısından bakınca başka, haremdeki cariyenin gözünden daha başka, reaya açısından daha da başka görünüyor. Bence böyle küçük küçük ayrıştırarak bakmak, büyük büyük genelleyerek bakmaktan daha sağlıklı. Ama günümüzde ne kadar büyük laflar edip, ne kadar çok genelleme yapıp, üst perdeden konuşursanız, o kadar duruma hakim kabul ediliyor, saygı görüyorsunuz. Bence bir konuda daha çok şey bilen, bir mesele üzerinde daha fazla kafa yoran insanlar kısık sesle konuşurlar. Küçük küçük lokmalarla konuşurlar.

* Demek bu yüzden kitaplarınızı okurken bilginizle zenginleşiyor ama bilginizin iktidarı altında ezilmiyoruz...

Böyle hissetmeniz ne güzel. Her üç romanımda da konuyla ilgili yoğun bir araştırma yaptım. Kiminde Osmanlı'yı, kiminde İspanya'yı, Yahudileri, dervişleri, kumpanyaları, ucubeleri... Bunları ders çalışır gibi oturup çalışıyorum. Romanın içine sızan bilgi başka bir hal alıyor artık. Böyle üst perdeden konuşan muktedir bir ses olmuyor. Hikayenin içine karışıyor, esneklik ve tevazu kazanıyor.

*Peki, şimdi hangi Osmanlı'dan görme ve görülme örneği vereceksiniz bize?

Mesela Padişahın sarık sandalı çarpıcı bir örnek. Üçüncü Selim Boğaziçi kıyılarında dolaşmaya çıktığında, ahali işini gücünü bırakıp seyretmek için yollara dökülüyordu. Padişahın sandalı kıyıya yaklaştığında, bir hizmetkâr padişahın sarığını sağa sola sallardı. Bu sahne bana çok ilginç geliyor. Padişahı, yani iktidarın en tepesindeki adamı görmek ve onun tarafından görülmek... O kısacık, bir anlık seyirden yola çıkarak pek çok çözümleme yapmak mümkün.

Nuriye Akman


Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır