kapat

11.11.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
banner
Sabah Künye
Ata Yatirim
Sofra
Cumartesi Eki
Pazar Eki
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

YeniBinyil
Turkport
1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
banner
NEBİL ÖZGENTÜRK(nebilo@sabah.com.tr )


Üç insan, üç hayat...

Yeryüzü tarihi, ahmak ve alçakların hamasi nutuklarıyla nasıl da dolup taşıyor. Bir Kızılderili reisi Totanka gibi "ahmak olmadan alçak olmadan" yaşayıp giden reis ya da liderler ise kendi kozalarında sıkışıp kalmışlar..

Kızılderililer'in ünlü reisi Yatanka Totanka(Oturan Boğa) bir zamanlar şöyle bir konuşma yapmıştı..

"Biz, Manitu'nun dünyayı bizim için yarattığına inanıyorduk. Sonra beyazları gördük. Manitu, beyazları da yarattığına göre, bu dünya hem onların hem bizim!"

Evet..

Bu dünya hem onların, hem bizim.. Yani herkesin..

Nihat Genç'in bir yazısında rastladım Totanka'nın konuşmasına..

Düşündüm ki yeryüzü tarihi, ahmak ve alçakların hamasi nutuklarıyla nasıl da dolup taşmış, Totanka gibi "ahmak olmadan alçak olmadan" yaşayıp giden reis ya da liderler ise kendi kozalarında sıkışıp kalmışlar..

Yeryüzünün her noktasına "hamaset"in heykeli dikilirken "asalet" tu kaka edilmiş..

Bazen kendi kendime şunu söylüyorum..

Vazgeç biraz kafanı dinle, "eski zaman adamları"na takılıp kalma!

Ama olmuyor, her yol beni "Onların hikayesi"ne götürüyor...

Bir, Filistin-İsrail çatışmasında, elim Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanmış eski bir hikayeye uzanıyor..

Ekran ve sayfalarda "paranın esiri" olmuş insanları görüyorum, kitaplığımın gölgesinde kalmış bir sepya kitapta hırs ve para üzerine yazılmış eşsiz bir romanın sesini duymaya başlıyorum..

Siyasi iktidarların, "kişisel çıkarlar uğruna" herşeyi göze aldığını, "iktidar" olma hallerini, her mekan ve zamanda gösterdiklerini ise, Yahudi Alman bilimadamı Ernst Hirsch'in trajik öyküsünü okuyunca bir kez daha anlıyorum..(Nihat Genç'ten)

Ve diyorum ki o zaman;

"Milenyum ne ki, hayat, bir tekrardan ibaret!"

***

Prof. Ernst Hirsch'in hikayesinden başlayalım..

Hirsch, 1933'le 1950 yılları arasında (Hitler Almanyası nedeniyle) Türkiye'de görev yapmış Yahudi-Alman bilimadamlarından biridir.

Ülkesinin (Yani Almanya'nın) başı Hitler belasına bulaşınca, bir dizi serüvenden sonra pek çok soydaş ve meslektaşı gibi kendini Türkiye'de buluyor..

Prof. Hirsch, bir Hukuk profesörü olarak hem kanunların oluşmasına katkıda bulanacak, hem eğitim reformunun oluşmasına, hem de öğrencilerin yetişmesine..

Ancak Türk Milli Eğitim Bakanlığı'nın bir şartı vardır..

En kısa zamanda Türkçe öğrenecek ve derslerini de Türkçe verecektir..

Çaresiz, o da işe, TürkçeĞAlmanca sözlük alarak başlar, ama ü ve i harfleriyle başı epey ağrıyacaktır. Kendince halletmeye çalışır bunu, kulağa hoş gelen kelimeler sayesinde bu harfleri sevmeye bile başlar..

Ü harfinden yola çıkarak Türkçe'ye hakim olmaya, bir dili öğrenme coşkusuna kapılmışken...

***

Prof.Hirsch, anılarında bir "29 Ekim Cumhuriyet Bayramı" davetinden sözeder..

Kendisi de davetlidir..Davet muazzam büyüklükteki taht salonundaydı. Salonun yüksek pencereleri, binayla Boğaz arasında yer alan 600 metre uzunluğundaki rıhtıma bakıyordu. Mermer rıhtım, ışıl ışıl bezenmişti. Ve işte ben, kendi Alman vatanında Yahudi olduğu için hor görülen, (aşağılık) ırka mensup olduğu için işgal ettiği mevkiilerden kovulan, evini yurdunu terkedip, yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, dünyanın bir ucundaki Türkiye'de, nice billurlarla, mermerler, somaki taşı, paha biçilmez kakma işlerinin ihtişamıyla parıldıyan, nice değerli mobilyayla, resimle süslü, bir zamanların taht salonu olan bu mekanda, ülkenin bin seçkininden sayılan, saygıdeğer bir Alman profesörü sıfatıyla bulunmaktaydım."

Evet, gördükleri karşısında karmakarışık haleti ruhiyeye giren bu değerli bilimadamı tam on yıl boyunca İstanbul Hukuk'ta, on yıl da Ankara Hukuk'ta görev yaptı. Bakanlıklara danışmanlık da.. Şimdi ünlü birer hukuk adamı olan pek çok öğrenci yetiştirdi. Kanunlar hazırladı.. Ama ne oldu biliyor musunuz?

Ankara Hukuk'un rektörü bir gün "Başbakanın oğluna neden zayıf not verdin, çabucak düzelt" diye Hirsch'i azarladı. Hirsch, Türkiye'den sınırdışı edilmek ve onca emeğinin heba olması pahasına hatta profesörlük hakkının elinden alınma riskine rağmen, Başbakan'ın oğlunun zayıf notunu değiştirmedi.

Sırf, başkaldırmak adına değil, sahiden bilim adına...

Birkaç yıl sonra da çekip gitti, "savaş sonrası Almanyası"na! İkinci hikayemiz, beşyüz yıl öncesinden..

Solmaz Kamuran'ın Kiraze'sinden..

Yıl 1584.. Yer İstanbul..

İstanbul'da büyük ticari itibar ve servete sahip seksen yaşlarında bir Yahudi kadın, bir gün Sadrazam'ın Divanı'nın önünde öldürüldü. Harem duvarındaki bir pencereden Sultan Üçüncü Mehmet bu olayı seyretti..

Kadının cesedi, meydanlarda sürüklendi ve köpeklere yem yapıldı, aç hayvanlar onu harıltılarla parçaladı. Kesik başı, hatta mahrem yeri, kazıkların ucunda sokaklarda dolaştırıldı. Vücudunun bazı parçaları da askerler tarafından, gözdağı olsun diye, ona rüşvet vererek makam sahibi olduğu söylenenlerin kapılarına asıldı.

Oğulları da aynı yerde öldürülüp, cesetleri köpeklere atıldı.. Ertesi gün de onlardan kalanlar aynı yerde yakıldı.. Bütün bunlar, Valide Sultan'a (Yani Safiye Sultan'a) karşı çıkan bir sipahi isyanı sonucunda oldu. Valide Sultan, tüm rüşvetlerini bu kadın aracılığıyla alıyordu..

Kadının oğulları da İstanbul'un en varlıklı ve etkin tacirleriydiler.

Servetleri milyonlarca duka değerindeydi ve tabii ki onlar öldürülünce altınlar, Sultan'ın hazinesine gitti.. Bu kadının adı, Esther Kira'ydı.. Kısaca, Kiraze derlerdi.. Sipahiler'in neden isyan ettiğine gelince..

Yeniçeri ve Sipahiler, sıklıkla savaş istiyordu Sultan'dan..

Savaş hep onların lehineydi.. Ayrıca, Hazine'nin, Maliye'nin, ticaretin Yahudiler tarafından yönetilmesine de karşı çıkıyorlardı.. Kiraze de, Sultan'ın mali danışmanıydı...

***

Şimdi de üçüncü hikayeye geçelim..

Çetin Altan'ın "Kullar Ve Sultanlar'isimli kitabından..

Cihangir.. Bugün Cihangir'de oturanlardan kaç kişi, oturdukları semte adını vermiş olan Şehzade Cihangir'in de Şehzadebaşı'nda Mehmet'in türbesinde yattığını biliyor. Bahtsız Cihangir, zaten sakat ve kambur doğmuş. Sanata, şiire meraklı bir çocukmuş.. Babasının ağabeyi, Mustafa'yı boğdurmuş olmasına dayanamayıp ölmüş.

Yahya Kemal'in "Hayal Şehir" şiiri, "Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir'den bak" diye başlar

Güneş batarken Cihangir'den İstanbul'a bakmak güzeldir. Ama bunun derinliklerden gelen tadını kişinin gönlüne sindirebilmesi için biraz da gidip Cihangir'in tecrübesine bakması ve karanfil bırakması gerekmez mi?

Semt sevgisi kent sevgisiyle, kent sevgisi de tarih sevgisiyle sımsıkı bütünleşmeli ki, yurt sevgisinin görkemli ebem kuşağı tüm renkleriyle sarmalasın geçmişleri, yaşayanları ve gelecekleri...

Evet...

Çetin Altan, Solmaz Kamuran ve Nihat Genç'in kitaplarından üç insan, üç hayat öyküsü... Aslında, bu alıntıları yaparken amacım sadece hayatın "sümenaltı"na atılmış gerçeklerini anlatmak değil, sizleri kitabın kaynağına göndermekti..

Yani TÜYAP Kitap Fuarı'na.. Fuar, bugün ve yarın da açık biliyorsunuz.. Zaten hiçbir şey kitap kadar şaşırtıcı olamaz biliyorsunuz.!

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır