kapat

26.03.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
microbanner
Sabah Künye
Atayatirim
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

Turkport
1 N U M A R A
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
TEVFİK YENER(tyener@sabah.com.tr )


Erkekleri taş eden kadın ve üç renkli yaşam tarzı

Bütün kadınlar dondu kaldı. Erkekler taş kesildi. "Kimdi bu yahu?" Allahım bazı insanları ne kadar güzel yaratıyorsun. Ama böyle güzellik insanüstü... Yoksa bu kadın "feza"dan mı geldi?

Kadın, iki masa yakınıma oturdu. Flütün sihirli sesi mitolojik ortam yarattı. İsmet Sıral çalıyordu: "Early Autumn". Evet, erken gelmişti sonbahar...

60'lı yılların ilk yarısıydı. Hilton'un kaçmaz 5 Çaylarından birisi. İsmet Sıral Orkestrası, bateride çocukluk arkadaşım Salim Ağırbaş ve o muhteşem kadın: Rosanna Schiaffino üç metre sağımda...

Olağanüstü gösterişli bu kadın film çevirmeye gelmiş memleketimize... Harem sahneleri filan... Böyle konu olunca ver elini İstanbul derler malum...

Rosanna namındaki afet de, İtalyanların yeni esmer bombalarından. Rosanna'lar serisinin ikincisiydi Hilton'daki bomba. İlki Rosanna Podesta "Güzel Helen" filmiyle delikanlılık rüyalarımızın başrolünü kapmıştı.

Pirinç tarlasında Silvana
Şimdi akranlarımın yüreğini hoplatayım: İtalyanların bir de Silvana'lar serisi vardı. Hatırlarsınız beyler... Hani Silvana Mangano ve Acı Pirinç filmi...

Hı, titrediniz di mi? Acı Pirinç dedin mi bizim kuşağa mendili hazır et; ağızlar sulanır, gözler parlar...

Pirinç tarlasındaki Silvana unutulur mu? Dizlerine kadar sularda. Eteğini beline dolamış; baldırlarına kadar gelen siyah çoraplar ve sonrasındaki beyazlık...

İtalyan sinemasının 1948 ürünüydü Acı Pirinç.

İstanbul'da, 1950'lerin ortasına doğru seyretmiştik . Çocuktuk ve bu film ergenleşen kimyamızı ısıtmıştı. Büyükleri de kavurmuştu Acı Pirinç filmi.

Rejisör Di Santis'in Acı Pirinç'i yapımcısına büyük para kazandırmıştı. Yeni gerçekçilikle karışık erotizm...

Sosyalist içerik gazı; fakir kızların üç kuruşa pirinç tarlalarında çalışması, fakir-zengin uçurumu, patron zulmü, işsiz serseri delikanlılar; kızlar süper seksi, kısrak gibi hareketli, üstelik o serseri gençlerin ikide bir üstlerine atlayıp cokeyleşmeleri. Elbette iş yapacak.

Sorma gelen kim bu gece
Silvana Mangano ve Silvana Pampanini ile İtalyan filmciler Akdeniz erkeğini fantazilere uçurarak yorgun düşürüyordu.

Türkiye başta, bekar Akdeniz erkeği kadını ancak filmlerde ve genel evlerde görebiliyordu. Tek teselli:

"Ver saki tazelendi derdim bu gece

bir tek daha ver,

sorma gelen kim bu gece" idi...

Bu şarkıyı Hamiyet Yüceses söylerdi. Bir de gazeli vardı ki; bugünün ünlüleri hamamda bile söyleyemez. Şarkıcıların, şarkı söylediği dönemdi. O gerçek sanatçıların söylediklerini, yeniden söyleyip kulak zevkinin kalitesini düşürüyorlar.

Yazık ki; eskilerle yenilerin kıyaslamasını yapacak radyolar, TV müzik kanalları yok. Kıyaslama yapılmalı ki; kulaklarına şarkı diye kir doldurulduğunu gençlerimiz öğrensin.

Evet, Hamiyet Yüceses devdi, gazetelerde plaklarının ilanları yayınlanırdı. Bütün zamanların büyük sesleri, Hamiyetler, Müzeyyenler, Perihanlar, Muallalar, Sabite Turlar arasında bir ilan dikkatimi çekti: Malatyalı Fahri.

Sirkeci'deki plakçı dükkanlarının önünden geçerken Malatyalı Fahri'nin sesini duyuyordum: Yeşil başlı ördek gibi...

Tünel'de ise, plakçılardan kaldırımlardaki kulaklara Perry Como'nun şarkısı doluyordu: Catch a falling star...

İstanbul'un iki semtinde; Sirkeci ile Tünel arasında beğeni farkı ortaya çıkmıştı. Türkiye'de mi birşeyler değişiyordu, yoksa sadece kentlerde mi?

Elbette kentlerde, özellikle İstanbul'da...

İstanbul hoş be hemşerim
Köylerde özel yaşamı kısıtlanmış insanlar büyük kente gelmeye başlamıştı. Kendi atmosferinden başkasında nefes alamayacağını sanan köylü, İstanbul'a korkarak geliyordu. Ancak; büyük şehirin oksijeni de güzeldi, ayrıca kafa yapıyordu: "Taşı toprağı altın olmasa da, İstanbul hoş be hemşerim"

Köyden kente akınla, Türkiye'de yeni yaşam tarzları doğuyordu. Çalkantıları süren ve sürecek olan bu önemli değişimi, Emre Kongar gibi bir iki aydının dışında farkeden yoktu.

Hamiyet Yüceses'in, Selahhattin Pınar'ın şarkılarında İstanbullu'nun Osmanlısı vardı, İstanbul cumhuriyeti, Galatasaray Mektebi Sultanisi, Modalıların Haydarpaşa Lise Mektebi ve Kapalıçarşı esnafı vardı.

Perry Como'nun, Frank Sinatra'nın şarkılarıyla, genç cumhuriyetin ikinci, üçüncü kuşak İstanbullusu "konuştuğu kızla" yanak yanağa dans etmekteydi.

Zehra Bilir ve Malatyalı Fahri, ayrıca Hacer Buluş da, kentlere göçen "taşralının" şarkılarını söylüyordu. Bu şarkıcılar, İstanbul'da yeşeren yeni bir yaşam tarzının sürdürüldüğü yeşil, sarı badanalı evlerdeki ruhların gıdasıydı.

Üç renkli Türkiye
Türkiye'de 1945 ile 1955 arasındaki çalkantılar bambaşka bir atmosfer yaratmıştı. Bu üç renkli atmosferde nefes almak zorundaydık.

Taşralı zengin de artık lüks gazinolara gidiyordu: Kristal, Tepebaşı, Çiftehavuzlar, Maksim'de yer ayırtıyorlardı. Yüzyıllar boyunca süregelen "kadınların, cinsiyetine göre düzenlenmiş yaşamı" nı bile değiştirmişti taşralı zenginler... Eşlerinin başlarını açmışlar, pahalı kürkleri omuzlarına kondurmuşlardı.

Avrupa'nın 1750 ile 1850 yılları arasında çözdüğü geleneksel barbarlığı biz henüz sona erdiremedik, ama yine de 1950'li yıllarda önemli kıpırdanmalar vardı.

Üçe ayrılan, yeni kent zevkleri ve yaşam tarzları eğlence endüstrisini yarattı. Butik çalışan gazinolar ve plakçılar firmalaştı.

Popüler kültür ile yüksek kültür savaşı başlamıştı.

Flütten elekro bağlamaya...

Bugün; ben de dahil, birbirimizin kişisel beğenilerini yargılıyoruz. Yeni toplumsal kimlik biçimlerini yadırgıyoruz.

Acaba bu yadırgama nedir?
* Varoşlar dünyasının kuralsızlığına karşı aydınların tepkisi mi?

* Pop kültür sayılmayacak yozlaşmayla gelen vakit kaybı mı?

* Varoşların yaşam tarzı yapay mı?

Bunların cevabını herhalde sosyologlar bulmuştur.

Bir zamanlar caz kulüplerin dizildiği Beyoğlu sokaklarında, bugün türkü bar denilen lokaller var. Bir zamanlar İsmet Sıral'ın flüt çaldığı Mis Sokak'taki Yeşil Horoz Kulüb'ün unutulmuş yerinden elektro bağlama nağmeleri geliyor.

Bir zamanlar "caz müziği nereye kadar?" diye tartıştığımız Amerikan Kültür Merkezi binasını bulamıyorum. Lahmacun, hamburger, bilardo, cin pantalon, gümüş takı satılan yerlerden hangisiydi acaba?

İlhan Mimaroğlu, Cüneyt Sermet'in caz saatleri vardı orada... New Orleans müziği bana göre cazdı. Diğerleri usta işiydi, ama "cazın tanımına, ilkel güzelliğine New Orleans tarzı uygun düşüyor canım..." derdim. Müzisyen abilerimizin John Coltrane, Dizzy, Parker sevgilerine katılarak elbette... Duke Ellington'a da büyük saygı duyarak, Modern Jazz Quartet ile heyecanlanarak...

Sonra; Aşık Veysel'i yeniden tanımaya sıra geldi. Erol Büyükburç, Doruk Onakkut gibi müzisyenlerin "taşranın kentlere akmasıyla çok tutmaya başlayan türkülerden" pop müzik çıkarma çabaları.. Yeni yaşam tarzları...

Geçmişi, sanatı, aklı ve mantığı, yüksek kültürü korumaya çalışan yaşam tarzları...

Ve; Türkçe ile, ahlak ile, kültür ve de sanat ile alay eden yaşam tarzları...

Günümüz Türkiye'sinde pirim yapan kabalık. Eşek şakasının espri sayılması, nezaketsizlik... Bir okka tükürüğü saçan kahkahalar...

Hiç tanımadığınız biriyle, bir koridorda karşılaşınca selamlaşmak nerede.. Hatta size elini uzatarak hatırınızı soran nazik insanlar... Önceki gün böyle kibar ve ekrandan tanıdığınız bir hanımefendiyle karşılaştım. Bana "yazılarımla ilgili" iltifatını sağolsunlar söylerken, uygar yaşam tarzının özlemini de hissettirdi. Bu yazıyı ondan etkilenerek yazdım. İlhamı için teşekkür ederim.

***

Tarzlar ha?.. Yapay, yaratılmış yaşam biçimleri onlar... İnsan dilediği anda yaşam biçimini değiştirebilir. Günümüzün bütün kabalığına karşı; bütün umudum bu...

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır