kapat

26.10.1999
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
S u p e r o n l i n e
Magazin
banners
Sofra
L E I T Z
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
Bayan Sabah
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
Hazırlayanlar
Sabah Künye
E-Posta

Teba
1 N U M A R A
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 1999
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
HINCAL ULUÇ(uluch@sabah.com.tr )


Uğur Mumcu farklıydı..

Uğur Mumcu ile Ahmet Taner Kışlalı'nın pek çok ortak yanları vardı. Belki de bu yüzden öldürülmeleri üzerine pek çok benzerlikler kuruldu.

Ben pek böyle düşünmüyorum..

Mumcu ve Kışlalı cinayetlerinin sebepleri çok farklıydı. Bu farkı bilirsek katilleri birbirine karıştırmayız..

Uğur Mumcu, ortadan kaldırılması gerektiği için yok edildi.

Mumcu, devlet içine sızmış çetelerle ilgili müthiş araştırmada son aşamaya gelmişti. Olayı çözmek üzereydi..

Bu tabii pek çok kişiyi rahatsız etti. Uğur sonuca varsa ve açıklasa, devletin içinde ve dışında pek çok insanın başı fena halde belaya girecekti.

Uğur'u susturmanın bir tek yolu vardı. Ortadan kaldırmak..

Cinayet bu amaçla işlendi.

Bomba profesyonelce hazırlanmış, çok gizli bir yere yerleştirilmişti. Uğur'un bombanın farkına varması mümkün değildi. Gücü öyle büyüktü ki, Uğur da paramparça oldu, arabası da.. Yöredeki pek çok evin de camı kırıldı.

Uğur öyle bir hedefti ki, cinayeti planlayanlar hiçbir şeyi tesadüfe bırakmak istememişlerdi.

Oysa Ahmet Taner Kışlalı'nın şahsı hedef değildi.. Onun, mutlaka onun öldürülmesinden kişisel bir menfaat bekleyen yoktu.

Ahmet, Kemalist ve laik bir liderdi. Atatürk Cumhuriyeti'nde de, Kemalist ve laik olmak doğaldı. Olmamak değil. Siyasal kimliği de hedef değildi.

Cinayeti planlayanlar, Ahmet Taner Kışlalı'yı yok etmek gibi bir amaç gütmüyorlardı. Onu seçtiler, çünkü terör için kolay hedefti. Koruması yoktu. kentten uzakta tenha bir semtte yaşıyordu. Bombayı getirip koymanın hiçbir riski yoktu.

Onların amacı çok sevilen bir lidere suikast düzenleyip suları bulandırmaktı. Ahmet'e suikast toplumun büyük kesiminde huzursuzluk yaratacak, Uğur'dan sonra onun da failleri bulunmazsa hele, ulusla devlet arasındaki şüphe uçurumu kapatılmaz boyutlara ulaşacaktı.

Bu işte tam terörün istediği ortamdı.

Suların bulanması için Kışlalı'nın ölmesi bile gerekmiyordu.

Çok basit bir bomba yaptılar, Uğur'un bombasının tersine.. Küçük bir bombaydı bu.. Kışlalı'nın elinde patladı ve kopan sadece o el oldu. Arabanın sadece ön camı kırıldı. Üç metre ötedeki evlerin camları bile çatlamadı.

Bu küçük bombayı suikastçılar, Kışlalı mutlak görsün diye getirip şoför mahallinin önüne, ön kaputun üzerine koydular. Öyle ki, Ahmet acele ile arabaya girerken paketi görmese, oturduğunda görecek ve büyük olasılıkla polise haber verecekti.

Amaç Ahmet'i ortadan kaldırmak olsa, bomba kör parmağım gözüne buraya mı konurdu, yoksa arabanın altına, ya da en azından arka kaputun üzerine mi?..

Kaldı ki, Ahmet'ten önce oradan geçenler de görebilirdi.

Kapının önünde komşularla konuştum cenaze gecesi..

Gülhane'de görevli bir doktor asteğmen saat yedide işe giderken görmüş hatta..

"Hastaneye varınca, 155'i ararım" diye karar vermiş. Ama gider gitmez, ameliyata girmek zorunda kalmış hemen.. Unutmuş.. Cinayeti duyunca aklı başına gelmiş ama çok geç.. Olayı komşulara anlatmış, onlar da bana anlattılar.

Yani, Ahmet'in her gün saat onda evden çıktığını biliyor, ama yediden evvel gelip paketi koyuyorlar ki, üç saatte biri nasılsa farkına varır ve uyarır diye..

Bir bomba ancak bu kadar "Patlamasın" diye konabilir ancak..

Şimdi Uğur'un bombası mutlak patlasın ve mutlak Uğur'u yok etsin diye konmuş.. Ahmet'in bombası ile "Biri mutlak görsün de bu bomba patlamasın" diye adeta özenle yerleştirilmiş..

Bu farkı net olarak görebilirsek, Uğur'un da, Ahmet'in de katillerine daha kolay ulaşabiliriz..

Uğur'un katillerinin bulunmasını, devlete sızan güçler hala şiddetle engellediği halde..

Koruma denen çürümüş kurum!..
Her İçişleri Bakanı'na soruyorum.. En son Sadettin Tantan'a sordum. Hiçbirisinden yanıt yok.. Oysa vermeleri gerek..

"Bu ülkede kaç kişi polis tarafından korunuyor?.. Bunların kaçı devletle ilgisi olmayan vatandaşlar?.

Koruma için görevlendirilen polis ve araç sayısı kaçtır, bunlar her yıl, vergi veren insanlara kaça mal olmaktadır?.."

İçişleri Bakanı bu soruyu yanıtlamak zorundadır.

Halkın parası ile yapılan şeylerin hesabı halka verilmelidir. İşin mantığı bu.. Ama nedense vermiyorlar, veremiyorlar.. Belki de büyük bir tepki uyandıracak ondan korkuyorlar.

Peki bu ülkede benim sorduğum soruyu soracak bir milletvekili yok mu?..

Milletin parasının nasıl ve kimlere harcandığını soracak bir vekil?..

O milletvekili korunanların listesini de isteyebilir..

O zaman "Açıklayamıyorlar, çünkü korunanlar içinde öyle mafya babaları, öyle mahdumlar var ki, açıklanırsa rezalet olur" diyenlerin de ne derece haklı olduğu ortaya çıkacak..

Tepedeki yazımda "Hedefleri Ahmet değildi" diye yazdım..

Neden seçtiler Ahmet'i.. Kolay hedefti de ondan.. Kolaylıkların başında da, korumasının olmayışı geliyordu.

Amaç ortalığı bulandırmak olunca liste yapılır, kimlerle ortalık bulanır diye.. Sonra içlerinden en kolay ulaşılanı hedef seçilir. Ahmet kolay hedef olduğu için seçildi.

Sayısız tehditler aldığı halde devlet onu korumaya almamıştı.. Soru burda önem kazanıyor.. Ahmet korunmuyor peki kimler korunuyor, şu listeyi açıklar mısınız?..

Hayır açıklayamazlar.. Tantan da açıklayamaz.. Sorduk aylar önce göre geldiğinde, çıtı çıkmadı hala..

"Paşa'nın müziği" diye bana on sayfa faks çeken İçişleri Bakanlığı bu sorumu görmezden geldi.

Peki korusa ne olacak?..

Bu olayı da daha önce yazmıştım.. Yineleyeyim..

Vurulmuş yatıyorum. Beni vuranları 24 saat sonra Büyük Ankara Oteli'nin kumarhanesinde yakalandılar.

Doğal olarak Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar'ı aradım, kutlamak için.

"Haberim yok. Ben de sizin gibi gazetede okudum" dedi..

"Kim yakalamış peki?" dedim..

"İstanbul Emniyet Müdürlüğü ihbar almış. Necdet Menzir ekip gönderip yakalatmış" dedi.

"Böyle şey olur mu, ya ekip gelene kadar adamlar kaçsalardı. Kumarhanede oturup İstanbul'dan ekip gelmesini mi bekledi bu adamlar yani?" dedim.

Aynen öyle olmuş. Ne demekse..

Veda ederken Taşanlar "Sizi orada koruyorlar mı?" dedi.. "Kapıda iki sihalı koruma bekliyor" dedim..

"Kim gönderdi onları?" dedi.

"Menzir" dedim..

"Peki sizi onlardan kim koruyacak?" dedi Taşanlar ve telefonu kapadı. Dondum kaldım..

Sonra bu olayı iki kez yazdım köşemde.. Ne Taşanlar'dan ses geldi. Ne Menzir'den..

ooo

Peki korusa ne olacak?..

Yıllar önce Sabah Gazetesi güvenlik müdürü randevu istedi. İstanbul Emniyeti'nden iki görevli benimle gizli görüşmek istiyormuş.. Odama geldiler.

"Hakkınızda çok ciddi ihbarlar aldık. Korunmanız gerek" dediler.. Anlattılar.. Tehditler Adnan Hocacı denen gruptan geliyormuş. Soruşturmuşlar, ciddiye alınması gerektiğine karar vermişler..

Güldüm "Yok canım onlar sadece faks çekerler" dedim.. İkna edemedim.. "Sizi korkutmak, huzursuz etmek istemeyiz ama durum çok ciddi" dediler.

"Ne yapmam gerek?" dedim. Yanlarında bir form getirmişler..

Koruma isteme formu.. Formalite gereği imiş.. Doldurduk, verdik.. Gittiler.. Aylar geçti, ses seda yok.. Unuttum gitti.

Bir gün zamanın vali yardımcısı ile telefonda konuşuyoruz, aklıma geldi..

"Sayın Valim" dedim, "Sizin adamlar geldiler, böyle böyle anlattılar, benden bir form alıp gittiler. Bir daha ses seda çıkmadı.."

Konuşmadan üç gün sonra vilayetten o vali yardımcısının imzası ile bir resmi yazı geldi:

"Koruma isteğiniz incelenmiş ve korunmanıza gerek olmadığı görülmüştür.."

Gizli eller, ciddi ihbarları ortadan kaldırmış, korunmama gerek kalmamıştı.

Şimdi devlete bakın.. Esrarengiz tavırlarla gelen "Mutlak korunmalısınız" diyen onlar.. Sanki ben talep etmişim gibi "İsteğiniz incelenmiş, korunmanıza gerek olmadığı görülmüştür" diye reddedenler gene onlar..

Şimdi bunlara güvenebilir misiniz, söyleyin bakalım!..

Korusalar ne olacak ki?..

Savcı Bey!..
Adam televizyon kameraları önünde tabanca çıkarıyor, havaya ateş ediyor.. Alenen suç işliyor..

Savcı ne yapıyor?..

Ayni ekranda pencerelerden, bir kulüp binasında ne işlerinin olduğu asla anlaşılmayan makineli tabanca tarakaları görülüyor. Alenen suç işleniyor.

Savcı ne yapıyor?..

Adam yerel televizyona çıkıyor.. "Bir ayağını kaşıdılar. Şimdi öbürü kaşınıyor. Onu da biz kaşırız" diyor.. Söyledikleri Hürriyet Gazetesi'nde aynen yayınlanıyor.

Alenen suç işliyor..

Savcı ne yapıyor?..

ooo

Trabzon'un sayın savcısı..

Hem de televizyonlar kullanılarak (Ağırlaştıcı sebeptir) alenen, resmen, pervasızça silahlar kullanılıyor, insanlar hedef gösteriliyor..

Siz orada ne yapıyorsunuz?..

Hangi görevle bulunuyorsunuz?..

Şu ana kadar hangi eylemi yaptı iseniz, bana fakslar mısınız?..

Hiçbir şey yapmadıysanız, sakın bundan sonra da yapmayın.. Sonra bana "Muhbir" derler..

Teşekkür!..
Telefonla, faksla, e-mail ile, Ortaköy'e kadar gelip beni orda bekleyerek bizzat başsağlığı dileyen tanıdık, tanımadık tüm dostlarıma teşekkür ederim.

Hepsini ayrı ayrı aramama imkan yok. Beni affetsinler.

Bir kez daha, hepimizin başı sağolsun!..

BİZİM DUVAR
İSKİ işin suyunu çıkardı. İstanbul'da sular akmıyor.

Hakan & Utku

SEVDİĞİM LAFLAR
Kara bulutlarla örtülsede ruhunuz, bir yerinde bir mavilik arayın elbet bulursunuz.

Anonim (Teşekkürler Anıl)

TEBESSÜM
email posta ile Serap Yumruktepe göndermiş..

Bir yazarın evinde toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Misafirlerden biri orada bulunanlara, kadınla ayna arasındaki farkın ne olduğunu sordu. Kimse cevap veremeyince, soruyu kendisi cevapladı:

- Ayna, konuşmadan yansıtır. Kadınsa, hiçbir şey yansıtmadan konuşur.

Bunun üzerine misafir bir hanım, erkeğin nezaketine dayanamadı ve hemen atılıp:

- Peki ben size sorayım bu defa, erkeklerle, kristal ayna arasındaki fark nedir?

Kimse cevap veremeyince kadın konuştu:

- Ayna yontulmuştur.

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır