Bağdat'tan sonra
Geçen hafta sonu Bağdat'ta gerçeklesen toplantı genelde Türkiye'nin beklentilerini karşılayacak şekilde sonuçlandı. Tüm bölge ülkeleri ve dışarıdan katılan ülkeler ve Birleşmiş Milletler Irak'ın toprak bütünlüğü konusunun önemini vurguladılar. Böylelikle uluslararası sistem de bir şekilde ayrılık yanlısı gibi gözüken Kürtlere ve bazı Şiilere bunun gerçekleşmesinin zorluğu hakkında güçlü bir mesaj vermiş oldu. Bir sonraki zirvenin İstanbul'da yapılmasına da hem Arap ülkeleri hem de ABD güçlü destek verince İran'ın engelleme çabaları da başarısız kaldı. Kurulacak komisyonlar, anayasa değişikliklerinin uzlaşmayla gerçekleştirilmesi gibi talepler de Ankara'nın hoşuna gidecek cinsten. Bir bakıma uluslararası sistemin ve bölge devletlerinin asli çıkarlarının giderek olayların akışını daha fazla belirlemeye başladıkları bir döneme girildiği söylenebilir. Bu bağlamda ise bugüne dek çok daha geniş bir alanda hareket serbestisi olan Kürtlerin işlerinin de eskiye göre daha zor olacağını söylemek mümkün. Benzer şekilde Kerkük konusunda çok zorlayıcı bir tavır içinde olmaları da hem Irak içinden hem de Bağdat Konferansı'ndan da anlaşılabileceği gibi bölgeden sert tepkiler alacaktır. Türkiye'de Kürtler söz konusu olduğunda bir türlü sakin ve mantıklı değerlendirme yapılamıyor. Bir yandan Kürtlerin ayrılıkçı emellerinden vazgeçmeleri tehditkar bir dille isteniyor. Diğer yandan Irak devletinin mekanizmaları içinde çalışan, dolayısıyla çıkarlarını Irak devletiyle bütünleştiren Kürtlere karşı da akılla bağdaşmayan bir ters davranma söz konusu. Dünün aşiret liderleri söylemiyle Türkiye'nin tek parça halinde kalmasını istediği Irak'ı dünyada temsil eden Celal Talabani'yi Türkiye bir türlü Ankara'ya davet edemiyor. Cumhurbaşkanı Sezer'in şahsi antipatisinin devlet politikası haline gelmesinin de kuşkusuz ülkenin ulusal çıkarlarına yüklü bir maliyeti birikiyor.
Truman doktrini yıldönümü Bu maliyet aslında Türkiye'in diplomatik çabaları ve bölgesel temaslarındaki başarıları göz önüne alındığında gereksiz de. Ankara'nın özgül ağırlığı arttığı ve bölge ülkelerinin yanlarında görmek isteyecekleri bir ülke olma niteliği belirginleştiği ölçüde daha kendine güvenli davranması beklenirdi. Ne var ki iç politikada kurumlar arası ilişkileri kilitleyen seçim dinamikleri, ulusal güvenlikten sorumlu kurumların kendi içlerindeki ve aralarındaki fikri bölünmüşlük bunun gerçekleşmesine izin vermiyor. Tersine toplum, içerideki iktidar kavgasının etkisiyle de körüklenen bir söylemle, geleceğinden korkulu, dünyadan kopuk ve dünyaya düşman bir ruh halini beslemeye devam ediyor. İnsan ister istemez benzer korkuların 1945-46 yıllarında da yaşanıp yaşanmadığını merak ediyor. Bilindiği gibi o donemde Türkiye'den bir toprak talebi vardı ve İkinci Dünya Savaşı'na girmemenin maliyeti de yalnızlık olarak ödeniyordu. Soğuk Savaş dinamiklerinin iyice belirginleşmesiyle ABD, Washington'da vefat eden Türkiye büyükelçisinin naşını Missouri harp gemisiyle göndermişti. Sovyetlere yönelik bu jestin ardından da 12 Mart 1947'de Truman doktrini ilan edilmiş ve Türkiye ABD'nin stratejik koruması altına girmişti. İki ülke ilişkilerinin halen içinde bulunduğu durumu anlamak açısından pazartesi günü 60'ıncı yılı idrak edilen Truman doktrininin medyada hemen hiç yer bulmamış olduğuna bakmak yeterli. Dört yıl önceki kibirinden artık eser kalmamış bir Washington ile Ankara arasında önümüzdeki dönemde de bir yakınlaşma ve daha eşitlikçi bir ilişki ufukta görünüyor. Mesele PKK, Ermeni soykırım tasarısı, Kerkük'ün geleceği gibi konuların bu yakınlaşmayı engelleyip engellemeyeceğinde.
|