|
|
|
|
|
Cennette bir şampiyon
|
|
İngiltere'den Malta'ya, İrlanda'dan Çin'e kadar geniş bir coğrafyada milyonlarca kişi, Türkiye'de de birkaç bin kişi şu günlerde yasta. "Snooker'ın David Beckham'ı," Paul Hunter hayata veda etti.
Bu sayfaya biraz olsun merak duyanların spor dünyasından seçtiğimiz portrelere bakarak tercihlerimle ilgili bir fikir edindiklerini sanıyorum. Evet, futbolu seviyorum, koyu Fenerbahçeliyim ama bireysel sporları çok daha fazla önemsiyorum. Tenis, sumo, yüzme, atletizm gibi. Çünkü sporcunun bir omuzunda savaş tanrısı Ares, öbüründe zafer tanrıçası Nike ile baş başa kalanını seviyorum. Yeteneğin, gücün, zekânın ama en önemlisi ahlakın, bir eriyiğin asit mi yoksa baz mı olduğunu gösteren turnosol kâğıdı gibi, o teke tek mücadelelerde ortaya çıkması nedeniyle. Olağanüstü bir keyifle, büyülenmiş gibi, nefes almaktan çekinerek izlediğim bireysel sporlardan biri de 'snooker'. (İsterseniz siz ona 'İngiliz bilardosu' diyebilirsiniz.) Hem de hayatım boyunca elime bir kez olsun ıstaka almadığım halde. Türk halkının sportif ilgisinden -ne yazık ki- yeterince nasibini alamayan 'snooker'ı neden daha tanışır tanışmaz sevdiğimi düşündüm. Sonunda inandırıcı bir yanıt bulabildim: Hem bu sporun kesinlikle 'Fair play'e dayalı kuralları hem de sporcuların, yüksek, bir hayli yüksek ahlakı nedeniyle.
UYKUSUZ GECELERİN KAHRAMANLARI İzleye izleye 'snooker'ın usta oyuncularını tanımaya (sonra da baş edemediğim, bir türlü bastıramadığım heyecanımla, sevdiğim oyuncuların karşılaşmalarının kritik anlarında zapping yapmaya, içimden 10'a kadar sayıp yeniden maça dönmeye) başladım. Kimi daha az yürek çarpıntısı yaptı, kimi daha çok adrenalimi yükseltti. Ama hepsi de gecelerimin (çünkü İngiltere'yle aramızdaki saat farkı nedeniyle Eurosport biraz geç vakitte yayınlıyor) kahramanı oldular: Ronnie O'Sullivan, Mark Williams, Stephen Hendry, John Parrott, John Higgins, Ken Doherty, Jimmy White, Steve Davis, Peter Abdon, Stephen Maguire, David Grey, Ian McCulloch, Ding Junhui, Joe Perry. Ama içlerinde biri vardı ki maçlarını iple çekerdim, adı anons edilip ıstakasıyla salona girince, kış (çünkü snooker sezonu o zaman başlıyor) gecelerinde içimde güneş açardı. Apollon'u kıskandıracak kadar yakışıklıydı. Havarileri kıskandıracak kadar da duru. Beyninden, kalbinden ve bedeninden yayılan o iyilik akımları beyaz camdan geçer, size de ulaşırdı. Kısacası ilk Hıristiyanların Roma zulmünü göğüslemeye çalışmalarını konu alan filmlerde Hazreti İsa rolü için biçilmiş kaftandı. Onun adı Paul Hunter'dı. Artık yok. 9 Ekim'de öldü. 28. yaşgününe beş gün kala. Mide kanserinin çok az rastlanan ve tedavisi olmayan bir türünden. Son günlerinde tarifsiz acılar içinde kıvranarak. Ama acılarını asla dışa vurmadan... Sağolsun Eurosport kanalı son yıllarda turnuvaları hiç sektirmeden verdiği için snooker, Türkiye'de tanınmaya başladı. Ancak yine de bilmeyenler ya da kurallarını tam kavrayamamış olanlar bulunabileceğini varsayarak, bence insan aklının satrançtan sonra bulduğu en müthiş oyun ve spor olan snooker'ı kısaca anlatmama lütfen izin verin. Bildiğiniz ve Türkiye'nin de epey usta oyuncu çıkardığı (Semih Saygıner, Yılmaz Özcan, Murat Naci, Tayfun Taşdemir, Adnan Yüksel) üç top bilardonun yeşil çuhalı masasının biraz büyüğünü düşünün. 1800'lerin ortalarında Hindistan'da sıkıntıdan patlayan İngiliz subaylarının vakit geçirmek için buldukları rivayet edilen snooker, boyu 3.66, eni ise 1.83 metre ve çuhası buruşmayan, kırışmayan bir masada 22 topla oynanıyor. Topların 15'i kırmızı renkte ve puan değerleri bir. Altısı farklı renklerde: Sarı (iki puan), yeşil (üç puan), kahverengi (dört puan), mavi (beş puan), pembe (altı puan), siyah (yedi puan). Bir de koç veya şamar oğlanı işlevini gören beyaz top var. Oyun çok zor, ama kuralları çok basit. Amaç, beyaz topu kullanarak bir kırmızı, ardından bir renkli topu masadaki altı cepten (dört köşede ve sağ ve sol uzun bantların ortasında) birine göndermek. Önemli olan sırayı bozmamak: Bir kırmızı bir renkli, bir kırmızı bir renkli. Kırmızılar cepte kalıyor, renkliler yeniden yerlerine konuluyor. Rakibin faulleriyle kazanılanları bir yana bırakırsak, oyunda en fazla, renkli toplarda hep siyah kullanılırsa, 147 sayı yapılabiliyor. Bunu rakibe el vermeden, bir hamlede yapabilenlere ya da bir turnuvada veya şampiyonada kesintisiz olarak 100 sayıyı (ona 'century break' deniyor) aşabilenler listesinde başa oturanlara, ekstra para ödülü (sponsorun cömertliğine göre 5-20 bin pound arası) veriliyor. "Bayanlar, baylar... Paul Hunter!" Böyle bağırırdı turnuva sunucusu o dünyalar güzeli, o dünyalar iyisi delikanlı, karşılaşmanın yapıldığı salona açılan kapıda göründüğünde. Ve o ince, uzun sarışın adam, jilet keskinliğinde ütülü siyah pantolonu, bembeyaz gömleğinin üstünde koyu renk yeleği, boynunda zarif papyonu, elinde ıstakası, dudaklarının ucunda insanın içini ısıtan gülümsemesiyle içeri girerdi. Alkışlara utancından kızarıp bozararak karşılık vermeye çalışırdı. Onun maçları hem 'full' olurdu hem de kadın ağırlıklı. Sunucu yoğun alkışlar arasında sözlerini duyurabilmek için sesini yükselterek, her oyuncu için yaptığı gibi, onun yaşam öyküsünden ve son dönemdeki performansından kısa notlar sıralardı: "14 Ekim 1978'de Leeds'te doğdu. (Yani İngiliz değil Galli.) Çok küçük yaşlarda babasının armağanı minyatür bir masayla snooker'ı öğrenmeye başladı. Çocukluk ile delikanlılık arasındaki yıllarda usta vuruşları ve yaratıcı stratejileriyle dikkati çekti. 1995 yazında profesyonel oldu. Kariyerinde en çok dünya dördüncülüğüne kadar yükselebildi. Masters turnuvasını üç kez kazandı, 2002'de British Open Şampiyonu oldu. 11 yıllık profesyonel oyunculuğunda toplam 1 milyon 525 bin 50 pound ödül kazandı. Bir oyunda en çok 146 sayı (tavanın bir altı) yaptı. Katıldığı son turnuvada üçüncü oldu." Yoğun, içten ve hayranlık ifadesi alkışlar kesilip oyun başlayınca ve de vuruş sırası ona gelince, ıstakasını bir piyanistinki kadar uzun ve zarif parmaklarının arasına yerleştirirdi. Resital başlardı. Çıt çıkmayan, sadece her zor, hatta imkânsız sayıdan sonra şaşkınlık nidalarının yükseldiği salonda... Sunucunun özetlediği resmi biyografisine başka ne eklenebilir ki... Belki Leeds'teki Cardinal Heanan yüksek okulunu bitirmesi. Belki 12 yaşında dikkatleri çekince deneyimli profesyonel Jimmy Michie ve eski şampiyonlardan Joe Johnson'ın onu kanatları altına almaları. Belki 1998 Galler Open'da finalde John Higgins'i yenerek henüz 17 yaşında ilk şampiyonluğunu kazanması.
KANSERLE SONUNA KADAR SAVAŞTI Belki uzatmalı nişanlısı Lyndsey Fell'le Jamaika'da rüya gibi bir düğünle evlenmeleri ve İngiliz tabloid basınınca "Snooker dünyasının en güzel çifti," ilan edilmeleri. Belki Aralık 2005'te çocuklarının, kızları Evie Rose'un doğumuyla mutluluklarına mutluluk katmaları... Ne var ki, kızı dünyaya "Merhaba,'' dediğinde Hunter, tedavisi imkânsız kanserin pençesine düştüğünü öğreneli sekiz ay olmuştu. 6 Nisan 2005 tarihinde midesinde kanserin çok seyrek bir türü olan nöroendoktrin tümörleri belirlendiğini açıklamıştı. Başlangıçta pek önemsemediği karın ağrılarıyla başlayan rahatsızlık, iflah etmeyen bir hastalık çıkmıştı. Yaşamının geri kalan bölümü o hastalıkla ölüm-kalım maçı yapmakla geçecekti. Ve de arkadaşlarına da rakiplerine de aynı cümleyi tekrarlayacaktı: "Sonuna kadar savaşacağım. Ayakta durabildiğim sürece de snooker'ı bırakmayacağım." Bu yılın bahar aylarında, hastalık sonrası ilk turnuvaya katıldığında hayranları onu tanıyamamıştı. Ben de. Altın sarısı saçlarını kısacık kestirmişti. Tıpkı Krezüs'e dünyanın en büyük hazinesini veren Sardes (Salihli) çayının kuruması gibi. O turnuvanın ilk turunda Neil Robertson'a 10-5 yenilerek elendi. Rakibine değil, bitkin bedenine ve hastalık yüzünden titreyen ellerine mağlup olmuştu. (Ama kimse sonuca aldırmadı. Rakibi bile. Çünkü herkes onu 2004 Masters finalinde snooker'ın fırtına adamı Ronnie O'Sullivan'ı 2-7 geriden gelerek 10-9 kazandığı maçla anımsıyordu. Belleklerde hep o muhteşem zaferle yaşayacaktı.) Bu, onun hayranlarının önüne son çıkışı oldu. Haziran ayında Dünya Profesyonel Bilardo ve snooker Birliği, 2006-2007 sezonuna Paul Hunter'ın adının verilmesini kararlaştırdı. Hayranları anladı. Ben de. O güzel ve iyi insan için erken veya ambargolu vefat ilanıydı bu. Ve ekimin ilk haftasında, dayanılmaz ağrılarla hastaneye kaldırıldığı haberi geldi. Sonra da ölüm haberi. 9 Ekim'de. 10 gün sonra da 19 Ekim'de sadece snokeer dünyasını oluşturan sopalı büyücülerin değil, hayranlarının da dinmek bilmeyen gözyaşlarıyla son yolculuğuna uğurlandı. Bugün başlayan ve 29 Ekim'e kadar sürecek Londra Kraliyet Grand Prix'sini izleyin. Yeşil çuhaya onun gölgesinin yansıdığını, salonda onun ruhunun dolaştığını hissedeceksiniz. Yerini bile bilmediğim Beşiktaş'taki Tiyatro Cafe aboneleri, Eurosport ailesi, 17 Ağustos 1999 depreminde geldiği ülkemizi bir daha terk etmeyen, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçen ve Eurosport'taki yorumlarıyla snooker'ı tanıtan Doktor Muhammed Leysi... Hepinizin, hepimizin başı sağolsun.
|
|
|
|
|
|
|
|
|