| |
Amerika'dan...
Washington-Tarım Bakanı Mehdi Eker, Amerikan tarımının bugününü derinlemesine görmemizi de sağlayacak olan kapsamlı geziye beni davet ettiğinde ABD'ye sekiz yıldır gitmediğimin farkında değildim. Uzun zamandır Türkiye'nin en temel sorunu saydığım "köylülük" konusunu bir kez daha Amerikan tarımıyla yan yana masaya yatırma olanağı beni heyecanlandırmıştı asıl. Gezinin sonunda yeryüzünün tarım anlayışıyla bizimki arasındaki farkı çok net bir biçimde bir kez daha görmüş olacağımızı umuyordum.
Gezi, 11 Eylül'ün beşinci yıldönümünün ertesine rastladı. "ikiz kuleler" felaketi ertesinde ABD'ye girişte yaşanan zorluklar bir şehir efsanesine dönüşmüştü. Hepimiz bunları hafifçe merak ediyorduk. Uzun süren bir uçuştan sonra NewYork'a vardık. Gümrükten sorunsuz geçtik. İç hatlarda yolculuk etmenin Amerika'ya girmekten daha zor olduğunu daha sonra öğrenecektik. NewYork'tan Washington'a geçerken işler daha sıkılaşıyordu. Arama cihazlarından geçerken kemerlerin yanı sıra pabuçlar da fora ediliyordu. Uçağa biniş işlemleri sırasında makineler bazılarına sürpriz yapıyor, uçuş kartlarına dört S basıyordu. O talihsiz yolcular ayrı bir köşede güvenlikçiler tarafından "dipli köşeli" aranıyordu.
Engelleri pek de zor olmayan bir biçimde atlatıp uçağın kalkışını beklemek için koltuğuma oturduğumda, güvenlik meselesiyle ilgili bir sürprizle karşılaştım. Baktım uçuşun ikinci aşamasında bagaja verdiğimi sandığım ve içinde çoğunlukla kitaplarımın bulunduğu el çantam arkadaşların eşliğinde çıkageldi. Yolculuğun başında bagaja verilmediği için ikinci aşamada sıkı bir denetimden geçmişti. Uçakta benimle seyahat edeceği için de "kolonyam, deodorantım ve diş macunum" tehlikeli maddeler sayılarak alıkonulmuştu. Doğrusu insan hangi yaşa gelirse gelsin yeni şeyler öğreniyor. Diş macunu, deodorant ve lavanta kolonyasına hiç "güvenlik" açısından bakmamıştım. Yıllardır kullandığım bu malzemelerin potansiyel terör suçlusu olacağını da bu tecrübeyle öğrendim.
Yolculuğun başından beri Diyarbakır'daki vahşet ve onun tüyler ürpertici görüntüsü bizimle beraberdi. Bu hayasızlığın arkasında kimin ve neyin olduğunu tartışıp durduk. Yolculuk boyunca aramızdaki konuşmalar çoğunlukla terörle ilgiliydi. Teröre yabancı olmamamıza rağmen kolonyamı terör nedeniyle kaptırmayı garipsedim doğrusu... Washington'daki lüks otelimize girdiğimizde yatağımızdan kalkalı tam yirmi dört saat olmuştu. Heyet usulca odalara dağıldı. Türkiye saatiyle öğlen, bura saatiyle sabaha karşı dört buçuğa doğru yoğun yolculuk maratonunun yorgunluğuna rağmen uyandım. Uykumu aldığımdan ya da saat farkından uyuyamadığım için değil, banyodaki istikrarlı şıpırtılar nedeniyle. Banyoyu su bastığını anlamam uzun sürmedi. Aşağılara inmem, durumu anlatmam, zenci teknisyenin tamire girişmesi, bu sefer daha yukarı katlardaki yeni bir odaya taşınmam da Amerika'daki ilk izlenimlerin arasına girdi.
Avrupa'da çalışan ve burada da çalışacağından emin olduğum cep telefonumun çalışmamasının, banyoyu basan su ile bir ilgisi yok. Mütevazı telefonum "üç bantlı" olmadığı için buralarda kendine bir "şebeke" bulamadı ve sustu. Sadece Türkiye'de saatin kaç olduğunu göstermek gibi daha sessiz ve az yorucu bir mevziye çekildi. Elektrik prizlerinin, telefon sistemlerinin, güvenlik anlayışlarının Kıta Avrupa'sından çok farklı olduğu bu iri yarı ülkeyi, epeydir gelmemiş olmama rağmen hızlıca anımsadım. Bu yazdıklarım kısa yolculuk notları gibi... Bunca aradan sonraki değişiklikleri, Bush Amerikası'nı ileriki zamanda göreceğim. Bunları ve Amerikan tarımını da bu nedenle bir sonraki sefere bırakıyorum. Telefonu çalışmayan, müstahzarlarını güvenliğe kaptırmış, dünyanın en esaslı otellerinden birinde sabaha karşı odasını su basmış yorgun bir yolcudan da zaten daha fazlasını beklemek şimdilik doğru olmaz.
|