Fildişi kuleye kapatılan bir halk sanatçısı
Devlet Tiyatroları'nda da, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda da, özellikle Muhsin Ertuğrul döneminde titizlikle korunmaya çalışılan bir gelenek vardı: Sezon Shakespeare'in bir oyunuyla açılırdı. Bu gelenek önce "delindi", sonra hiç umursanmaz oldu. Sanırım Shakespeare oyunlarının ilgi çekmediği gerekçesiyle... İngiltere'de Elizabeth dönemini düşünelim. Tiyatro seyircileri, sahne kenarına konulmuş birkaç koltuğa kurulan seçkinler dışında, ayakta izliyorlardı oyunları. Günümüz İstanbul'unun Kuruçeşme konserleri dinleyicileri gibi... Yaklaşık üç saat boyunca ayakta... Hamlet'i alkışlıyor, Iago'yu yuhalıyor, evlerine dönerken de aralarında Kral Lear'in "hali pür melal" ini tartışıyorlardı. Shakespeare, büyük çoğunluğu cahil seyircinin oyunlarını hep diri bir ilgiyle seyretmesini sağlayabilmiş bir yazardı. Günümüz sinemasına bakalım. 1995 tarihli bir kaynak, yapıtları beyazperdeye en çok aktarılan yazarın Shakespeare olduğunu belirtiyor. Sanatçının yapıtları tam 307 kere aktarılmış beyazperdeye. Bu sayıya uyarlamalar, kovboy ya da kadın Hamlet'ler, toprak sahibi zengin Kral Lear'ler dahil değil. Kısacası, yaşadığı dönemde de, daha sonraki yüzyıllarda da her zaman büyük ilgi görmüş bir yazardır Shakespeare.
Shakespeare denilince aklıma ( Hamlet'ten bile önce) hemen Prof. Charles MacNeal gelir. Lisede Shakespeare öğretmenim. "Shakespeare öğretmeni" ... Shakespeare diye bir dersimiz vardı. Aritmetik gibi, Tarih gibi, Coğrafya gibi. Bir yıl boyu Shakespeare okuduk. Onu, dönemiyle birlikte, inceledik, didikledik, yorumlamaya çalıştık. Prof. MacNeal zaman zaman akşamları evine çağırırdı bizi. Çaylarımızı yudumlar, plaklardan Laurence Olivier'nin, John Gielgud'ın, Maurice Evans'ın sesleriyle Hamlet'i, Macbeth'i, Kral Lear'i baştan sona dinlerdik. Öğretmenimiz "To be or not to be" yi üçünden de arka arkaya çalar, değişik yorumlara dikkatimizi çekerdi. Shakespeare'in bütün yapıtlarını ezbere biliyordu sanki. Bir oyunu dinlerken kendini kaptırır, sözleri hiç sektirmeden mırıldanarak oynar, sırasında hüzünlenir, sırasında belli belirsiz gülümserdi.
Prof. MacNeal önce şunu kazımıştı beyinlerimize: Shakespeare bir halk yazarıdır. Doğrusu, önceleri pek inanasım gelmemişti buna. O zamana kadar Shakespeare'i ancak aydınların, belli bir kültür birikimine sahip seçkin seyircilerin (ve okurların) tat alabileceği, anlayabileceği bir yazar olarak görmüştüm. Öğretmenim ona başka türlü bakmamı sağladı. Bu arada bir de kitap okuttu bize: Shakespeare Without Tears (Gözyaşları Olmadan Shakespeare). Kitabın yazarı Margaret Webster, gününün önde gelen tiyatro yönetmenlerinden biriydi. Kitabında "Shakespeare'in bir avuç bilgin ve uzman için yazmadığını, amacının gürültücü, şamatacı, meraklı kitleleri eğlendirmek olduğunu" ileri sürüyordu. Onun güçlü büyüsünü zamanın da, fildişi kulelerin de yok edemediğini söylüyordu. Yıl sonunda ben de inanıyordum artık: Evet, Shakespeare bir halk yazarıdır. Önce öyküleriyle, yarattığı serüvenlerin kurgusuyla ilgisini çeker seyircisinin. Kıskanç Mağriplinin karısını öldürmeye kadar varan cinneti; kızlarından darbe üstüne darbe yiyen talihsiz baba; düşman ailelerden iki gencin acıklı aşkı; iktidar hırsına kapılmış, bu uğurda her şeyi göze almış karıkoca; babasının kanını yerde bırakmamaya yeminli, ama çelişkiler içindeki genç prens; tongaya bastırılan tefeci Yahudi...
Öykü yeter mi? Yetmez elbet. Yetseydi, Michel Zevaco dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçısı olurdu. Shakespeare'in öykülerinin arkasında "insan" vardı. Sevgileriyle, kinleriyle, nefretleriyle, güçleriyle, tutkularıyla, çelişkileriyle, zayıflıklarıyla, değişimleriyle insanlar. Bu insanlar has bir sanatçının yeteneğiyle işleniyor, o öyküleri ölümsüz kılıyorlardı.
Shakespeare'in belki de en büyük özelliği, her türlü seyirciye (ve okura) seslenebilmesi. Dileyen, sadece serüvenlerle ilgilenir; dileyen, daha derinlere iner, öyküleri, olayları, kişileri, onların davranışlarını, aralarındaki ilişkileri inceler, yorumlar, bunlardan toplumsal, tarihsel, siyasal, ruhbilimsel dersler çıkarır. Sanırım yazarın aklından bile geçirmediği dersler. O sadece hayal gücünün dizginlerini koyuvermiş, sonra da yeteneğine sığınıp keyifle, coşkuyla, yazacağını yazmıştır. Yazdıklarının yorumlanmasını da bu işin uzmanlarına bırakmıştır.
|