On bir yıldır "göçmüş kediler"inin yanında
Bir ölüm yıldönümü daha... Bilge Karasu'yu 14 Temmuz 1995'de yitirmiştik. Bu hafta onsuz geçen on bir yılı tamamlayacağız. Bilge Karasu, kendi 50. yaşı üstüne yazdığı bir yazıda, "Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım, kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize," diyor. Kimi olaylar, kişiler, kitaplar beni de geçmişe götürüyor zaman zaman, anılarımdan söz ediyorum. Onlardan koltuk değnekleri çatmadan kendime.
Bilge Karasu dedim, anı dedim, öyleyse Bilge Karasu'yla ilgili bir anıyla başlayayım: Yayınevi yöneticiliği yaptığım dönem. 1979 Şubat'ında bir gün ziyaretçim olduğunu söylediler. Bilge Karasu gelmiş. "Buyursun," dedim hemen. Çok, ama çok uzun süredir görüşmemiştik Bilge'yle. Kucaklaştık. Birer çay söyledik. Neler yaptığımızdan söz ettik. "Yeni bir şeyler var mı?" diye sordum. Utanarak güldü. "Ben de onun için gelmiştim," dedi. "Bir kitabım var. Göçmüş Kediler Bahçesi . İlgilenir misin?" Elindeki dosyayı aldım hemen. "Bu mu?" "Evet," dedi. Kitabını önermekten sıkıldığı belliydi. "Bir oku istersen." "Yahu," dedim, "nesini okuyacağım! Senden okuyacağım kadar okudum. Bunu da kitap olarak çıkınca okurum." "Basacak mısın yani?" dedi Bilge. "Bugün doğum günüm," dedim. "Bana bundan güzel bir doğum günü armağanı verilemezdi. Sağol." Kitabı çok kısa sürede yayımladık. Daha sonraki yıllarda, ölünceye kadar doğum günümü hiç unutmadı sevgili Bilge, en azından bir kartla hep kutladı.
Bugün olsa, yine tek kelimesini okumadan yayımlardım Bilge'nin kitabını. Çünkü o, daha önce yazdıklarıyla bunu hak etmişti. Melih Cevdet'in, Attila İlhan'ın, Oktay Akbal'ın, Çetin Altan'ın hak ettiği gibi. (Onların kitaplarını da yayımlamadan önce okumadım.) Bir TRT toplantısını hatırlıyorum. Cem Duna döneminde, önerilen senaryoları değerlendirmek için oluşturulan kurula, artık nereden estiyse, beni de seçmişlerdi. Çoğu ipe sapa gelmez güldürü (!) senaryolarını okuyor, "olur" ya da "olmaz" diyorduk. Lütfi Akad kısa bir İstanbul belgeseli yapmak istemiş. Senaryoyu göndermiş. Toplantıda sıra ona geldi. "Okuyalım," dediler. "Nesini okuyacağız? Kabul!" dedim. Şaşkınlıkla yüzüme bakanlar oldu. "Lütfi Akad'ın önerisi TRT'ye ancak onur verir," dedim. "Kötü bile olsa ret mi edeceğiz? Lütfi Bey bugüne kadar yarattıklarıyla, yapıtının sorumluluğunu tek başına üstlenmeyi hak etmiştir. Kötü bir şey yapmayı da... Sonuç onu ilgilendirir. Sorumluluk onundur." Öneri hemen kabul edildi. Şimdi bir dergi çıkarıyor olsam... Dağlarca da bir şiir gönderse... Yayımlamak için şiirin iyi ya da kötü olduğuna mı bakacağım! Çok kötü olduğunu düşünsem bile yayımlarım. Çünkü Dağlarca geçmişiyle bu hakkı kazanmıştır. Bilge Karasu gibi.
Hani kimi sanatçılara "özgün yazar" derler ya, Bilge onların başta geleniydi. Anlattığıyla da, anlatımıyla da, kendisini başka yazarlardan ayıran bir özgünlüğü vardı. Resimden, müzikten felsefeye, sinemaya uzanan geniş bir ilgi yelpazesi içinde bireyin sorunlarını araştırıyordu. Sevgi, dostluk, yalnızlık üstüne odaklanan irdelemeleri, onu bu konuları işleyen yazarlardan hemen ayıran özellikler taşıyordu. Daha ilk kitabıyla, Troya'da Ölüm Vardı'yla, sığlıklarla ilgilenmeyen seçkin bir edebiyatçı olarak belirmişti. Seçkinliğini hep korudu. Bu niteliği sadece kendi yazdıklarına değil, William Faulkner'dan, D.H. Lawrence'dan, Simone de Beauvoir'dan, Italo Calvino'dan yaptığı çevirilere de yansıdı. Yaşamının bir parçası olan kedilerine bile.
Onun kitaplarını sıraladım masamın üstüne. Hepsini daha önce kim bilir kaçar kere okumuştum. Kapaklarına baktım uzun uzun. Bilge'yi ne kadar özlediğimi fark ettim. Hem dost, hem yazar olarak. Bu nitelikli sanatçının Troya'da Ölüm Vardı'sını, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'nı, Göçmüş Kediler Bahçesi'ni, Kısmet Büfesi'ni, Gece'yi, Ne Kitapsız Ne Kedisiz'i henüz okumadıysanız, "yılın yazarları" nı birazcık unutun, bir "Bilge Karasu arası" verin derim.
|