Altı pasta verkaç
"Sarılan adam"ın kazanmasına sevindim. Belki, "sarılınan adam" demeli. Öyle ya da böyle; "kimseyi tehdit etmeyen adam"ın da kazanmasına sevindim. Para, iktidar ve askeri ihale gücüyle herkesi tehdit edebilen adamların kazanmasını, belki bir tek onların kulübünün taraftarı olsaydım kabullenebilirdim; yüz binlerce kişinin doğal olarak yaptığı gibi. Ama "dışarıdan" bakma fırsatını bulmuşken hazır, böyle tercihler yapabiliyor insan. Misal; diğer "yabancılar" donuk bakışlarla soyunma odasına giderken, henüz bu yıl havasını soluduğu, bir formasını giydiği ülkede siyah siyah kahrolup çimlere yapışan "Afrikalı adam" a üzüldüm. İspanya'da hemen hiç oynamadığı takımı iki yıldır şampiyon olurken burada "kiralık" oynadığı esas takımıyla da bir daha şampiyonluk yaşayabilmek için sağa sola yatan ve en sonunda başını ellerinin arasında kahreden "eldivenli adam" a da üzüldüm. Bugüne kadar kimseye kötü bir şey demişliği yoktu.
"Sarılan, sarılınan adam" Gerets'di. Dikkat ettim; tüm maçlarda neredeyse her golde zıplamış, her golcüsüyle sarmaş dolaş olmuş, üzüleni teselli etmiş, kendisine koşulmuş, kafa okşamış, Flaman bir Belçikalıdan ziyade bir "Akdenizli" coşkusuyla dolmuştu. O sert, kabadayı, rakibinin bileğine bileğine giren, hırs dolu hızlı sağbekten demek böyle sıcak bir insan çıkmıştı. Daum ise ne kadar az sarılmış, ona ne kadar az koşulmuş, elleri, mimikleri ile kalbi ne kadar az senkronize olmuştu. Kulüpte, tribünlerde, medyada bir türlü çok sevilmeyen, tarihin en başarısız başkanı sayılan, açıkçası o kadar frenlediği duygularını nerede imha ettiğini merak ettiğim "kimseyi tehdit etmeyen başkan" a, Canaydın' a, bizimkiler de dahil, tehditçiler karşısında, ama en çok "herkesi en fazla tehdit eden ve rehin alan başkan" karşısında kazanabildiği için sevindim. Çimlere yapışan adam Appiah, eldivenli Rüştü idi tabii. O an hakikaten üzüldüm.
Düşündüm de, eski futbolcu, hatta ölüme giden yolu bile futbol sakatlığıyla çizilen, bir zamanların radyoda ne çok maç anlatan adamıyla, babamla içine doğduğum futbol hakikaten başka türlü de sevilebilir. Onun Galatasaray Lisesi'nde okuyup sarıkırmızı formayı da giydiği halde Beşiktaşlı oluşunu ve Beşiktaş'ta sakatlanıp mecburen ama köküne kadar, sadece sesini ve kalemini adadığı futbolda bir de Fenerbahçe marşları filan yazışını, Galatasaray forması giyen ağabeyim Erdem' le de gurur duyuşunu... "Kendi takımı" dışında da rakiplerinde saygı duyacağı, çok sevdiği şeyler buluşunu önceki akşam daha iyi anladım. "Kendi kulübümün başkanı" nı mecburen kayırmak zorunda değildim; Appiah' ı, Rüştü' yü mesela, birçok kendi takım oyuncumdan daha çok sevebilirdim ve Gerets' in hırslı takımının kazanmasına da sevinebilirdim, Tayfur veda ederken keşke son defa forma giyebilseydi diye arzu edebilir, Tigana' nın siyahbeyaz insan deneyimlerini ve serveti artarken küçülmeyen vicdanını da yüceltebilirdim. Ne bileyim, kendi kalesine küme düşüren golü atan Ömer Erdoğan' ın parçalanmış yüreğine uzaktan azıcık eşlik edebilirdim belki.
Sonra... Kötü bir tavsiye, yapabilirseniz. Şu futbol-medya ortamında, kimi kulüpçü ile çok sayıda medya mensubunun yıl boyu ne için nasıl yorumlar yapıp beyanlarda bulunduklarını, tribün oportünizmlerini bir gözden geçiriverseniz. Nasıl bir acımasızlık, nasıl bir yanılgı ve yanıltma, nasıl bir küstahlık yığınıdır bu! Bunca sevilecek, sevinecek veya insan insan üzülecek şey varken! Not: Mesela, "Mehmet bebek", Sevgili Ergun... O doğum sevincini herhangi bir şeye değişebilir misin? İşte buna da çok sevindim.
|