Bırakın da boş sayfalar dolsun
Şu sıralarda edebiyat dergilerinde, gazetelerin kültürsanat sayfalarında, kitap eklerinde "roman enflasyonu" yla ilgili yazılar boy gösteriyor. Bu konuda bir savaş açıldığını bile düşünebiliriz. Roman yazmak nasıl moda olduysa, bu tür yazı yazmak da moda oldu. Televizyondaki cep telefonu reklamından yola çıkarak söyleyeyim: "Şimdi önüne gelen roman yazıyor." "Evet." "Yazarlar neredeyse aylık dergi gibi roman çıkarıyorlar." "İyi." "Hafta geçmiyor ki, yeni bir roman yazarı belirsin." "Güzel. Herkes kendine göre bir şey yazsın. Bunda gocunacak bir şey yok ki. Gayet normal."
Burada bir parantez açıp Şili'li şair Nicanor Parra'ya bırakayım sözü. Yapıt üretmekten çok laf üretmeyi sevenleri gördükçe hep onun bir şiiri gelir aklıma. Roman bolluğunu eleştiren kimi yazarlara bakıyorum da, "bir şeylerle dolan boş sayfalar" ın çokluğuna sevinesim geliyor. İşte Parra'nın şiiri:
Genç şairler Nasıl isterseniz öyle yazın Nasıl anlatırsanız anlatın Öyle çok kan aktı ki köprülerin altından İnanmak yerinde değil Tek yolun doğru yol olduğuna. Şiirde her şeye izin var. Ama unutmayın temel koşulu: Bir şeylerle dolmalı boş sayfalar.
Okuduğum kitaplar içinde sevmediklerim oldu elbet. Sayıları, sevdiklerimden kat kat çok. Ama hiçbirinin arkasındaki çabayı küçümsemedim. Onların bir bütün içindeki paylarını, yerlerini hep önemsedim, değerlendirmeye çalıştım. Çağdaş Amerikan edebiyatını düşünüyorum. William Faulkner gibi (özellikle tırnak içinde yazıyorum) "nitelikli" sanatçıların yanısıra Robbins'ler, Wallace'lar, Hailey'lerle renklenmişti. Edebiyat derken, kendi sınırlarımın içinde kalmıyorum. Neyin edebiyat olup neyin edebiyat olmadığı yargısı kişiden kişiye değişiyor. Sözgelimi, Erskine Caldwell benim için edebiyatçıdır, bir başkası için iyi bir magazin öykücüsüdür. (Zaten konumuz edebiyat değil, roman yazarlığı.) Her tür romana açık olmalıyız. Batıda James Joyca'a da yer var, Agatha Christie'ye de. Ulysses hayranları Hercule Poirot yazarına da, okurlarına da kızmıyor. Biz ise, sevineceğimize, "çok roman yazılıyor, önüne gelen roman yazıyor" diye küplere biniyoruz.
Bizi bu kadar öfkelendiren o yapıtlar, edebiyatın payandalarıdır aslında. Tanıdıklarım arasında okuma keyfini Margaret Mitchell'in Rüzgâr Gibi Geçti'siyle, A.J. Cronin'in Şahika'sıyla yakalayıp Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sına, Albert Camus'nün Veba'sına uzananlar oldu. Ben, kendi adıma, o keyfi bugün birçok kişi tarafından küçümsenen Kemalettin Tuğcu'nun romanlarıyla yakalamış, Reşat Nuri Güntekin'in, O'Henry'nin kitaplarıyla geliştirmiştim. Bir şey daha var: Okur gibi, yazar da kendini geliştirebilir. Peride Celal, Sönen Alev'le, Kızıl Vazo'yla başlayıp Üç Yirmidört Saat, Bir Hanımefendinin Ölümü gibi usta işi romanlara ulaşmadı mı? Günümüz edebiyatının yüzaklarından biri olarak belirmedi mi? Nostaljiye kılıf uydurup Kerime Nadir'lerde, Muazzez Tahsin'lerde inci avcılığına çıkanlar, bu kadar çok kişinin roman yazmasına neden sinirleniyorlar? Hem kitap okunmuyor diye yakınacağız, hem kitap yazılıyor diye. Bırakınız yazsınlar. "Kötü" kitap "iyi" kitabın değerini düşürmez ki. Edebiyatın yozlaşması mı diyeceksiniz? Homeros'tan bu yana edebiyatı kim yozlaştırabildi? Shakespeare'i bunca yüzyıl içinde kim silebildi? Yaşayan Türk romancıları içinde en çok Yaşar Kemal'i seviyorum. Ama sadece Yaşar Kemal'in romanlarıyla varolan bir kitap dünyası benim için ne kadar sıkıcı, ne kadar renksiz olurdu.
|