Bilgisayar icat oldu...
Yazı yoktu. Masallar, rivayetler dilden dile dolaşıyordu. Yazan elin yerinde anlatan dil, okuyan gözün yerinde dinleyen kulak vardı. Anlatılanda tek yaratıcının kişiliği değil, yere, zamana bağlı ortak bir anlatım biçimi egemendi. Yazıyla birlikte kişilikler belirmeye başladı. Yazarlar çıktı ortaya. Özgün edebiyat ürünleri yaratıldı. Dilden dile dolaşan masallar bile, onları kağıda döken kişilere göre değişik renkler kazanır oldular. Sözgelimi, aynı masalı Grimm Kardeşler başka türlü, Perrault başka türlü anlatıyordu. Edebiyatçılar dillerini değil, kalemlerini kullanıyorlardı.
Kalemin yerini hiçbir şey tutamaz bence. Yeni yontulmuş bir kurşunkalem ya da ince uçlu bir dolmakalem alıp tertemiz bir kağıtla baş başa kalmak gibisi var mı? O kalem bir aracı değildir sanki, sizin bir parçanızdır. Daktilo? Bir daktilom var benim. Erika. Yaşıtım. Ona sahip olduğumda yedi yaşındaydım. Babam yazıhaneye yeni bir yazı makinesi almış, yedi yıldır kullandığı yaşıtım Erika'yı eve getirmişti. Dunlop Garajı'nın üstündeki yazıhaneden tanıyordum onu. Arada bir başına oturur, uzun uzun aradığım harflerle adımı yazmaya çalışırdım. Gülerek bana uzattı Erika'yı. "Artık bu senin," dedi. "Ama arada bir ben de kullanacağım... Ona göre." O gün bir dosya kağıdı taktım Erika'ya. En tepeye büyük harflerle "EV GAZETESİ" yazdım. Altına da evden haberleri sıralamaya başladım. Babam, annem, ninem, kardeşlerim o gün neler yapmış... Hangi yemekler pişirilmiş... Havva Bacı, Zeynep Hala' ya neler söylemiş... Saatlerce uğraştım sabırla. Sonunda sayfayı iyi kötü doldurabildim. Gazetemi kapının yanına raptiyeledim. Gündelik düşünüyordum gazetemi. Hemen ertesi gün haftalığa çevirdim. Hem ev haberleriyle dolduramıyordum, hem de bir kelimeyi yazmak yaklaşık iki dakikamı alıyordu. İlkokulu bitirip de İstanbul'a yatılı okula gidince, Erika'mı da götürdüm. Nereye gittimse taşıdım onu. Ben hastalandım, Erika'm sapasağlam kaldı. O kadar yıl içinde hiç "hastanelik" olmadı. Sadece bir tek kere "yıkama-yağlama" ya girdi, o kadar. Sonunda teknolojiye yenik düştüm. Teslim bayrağını çekip bilgisayar başına oturdum. Ama yine de Erika'mın yeri ayrı. Benimle birlikte az çile çekmedi. Yakın zamana kadar, şiir dışında, bütün yazılarımı onunla yazdım. Bütün çevirilerimi onunla yaptım. Hamilton'ın Mitologya'sı, Aytmatov'un Toprak Ana'sı, Cemile'si, Öğretmen Duyşen'i... Hemingway'ler, Steinbeck'ler, Faulkner'lar, Edita Morris'ler, Tibor Dery'ler... Hangi birini sayayım... Euripides'den, Shakespeare'den Çehov'a, Brecht'e, Ionesco'ya kadar onlarca oyun... Hepsinde Erika'mın emeği var. Şimdi arada bir kısa yazılar için buluşuyoruz. Hemen hüzünlü bir sevgi iletişimi kuruluyor aramızda. "Ya sen kafayı yedin, Ülkü," diyorum, "ya da makine değil bu, canlı bir varlık." Bülent Ecevit'i düşünüyorum. O da Erika'sından vazgeçemiyormuş. (Gazetelerde Erica diye çıkmıştı gerçi; ama doğrusu Erika olacak.) Abdullah Öcalan yakalandığı zaman yapacağı yazılı açıklama için Erika'sının başına geçmiş, şeritin bittiğini görünce de korumalarını Kızılay'a yollayıp şerit aratmış. Korumalar kim bilir ne çok dolanmışlardır bir şerit bulmak için. Öyle ya, yazı makinesi mi kaldı artık? Kimi istidacılarda bile pabucu dama atıldı. Varsa yoksa bilgisayar.
Evet, şimdi bilgisayar var. Winword'lerle, edit'lerle, format'larla, o kadarla kalsa iyi, e-mail'lerle, internet'lerle yüklü bir "yabancı". Kafanızdakini ekrana aktaran sanki siz değilsiniz, o teknoloji. Bu, yazdığınızı da etkiliyor elbet. Bir sıcaklık ortadan kalkıyor, çabanız "mekanik" leşiyor. Biçimle birlikte öz de etkileniyor. Bunun sadece benim için geçerli olduğunu hiç sanmıyorum. Yerli yabancı, yazılan o kadar yapıta bakıyorum da (pek ender ayrıcalıklar dışında), yeni bir ortak dilin yaratılmaya başlandığını görüyorum. Eskilere bakın, her yazar bir kişilikti. Şimdi neredeyse herkes ortak kişiliği oluşturan elektronik bir parça. Bu gidişle yazar adlarının yerini Casper, HP, Compaq, Dell, IBM, Escort imzaları alacak.
|