İşin mi yok!
Gazete ve gazeteci, tüm "güvenilmez" (ön) yargılarına karşı, "çaresizler"in hala en çok koştuğu mercii, sığınmaya çalıştığı mevzii. Bunu belki hak etmiyoruz; toplumdaki kırıklıkların, kırgınlıkların, itilmişliklerin, ümitsizliklerin temel sebepleri ile ne kadar ilgiliyiz, şüpheli. Bunu belki hak ediyoruz; her şeye rağmen, medyanın karmaşık yapısı içinde, "sinir eden" uçlar kadar, bireysel, toplumsal acılara, adalet arayışlarına duyarlı "sinir uçları" da mevcut. Bir haber, bir yazı, bir görüntü umut olabiliyor... "Yetkililer" denen o anonim ve genellikle kapı duvar, ruhsuz makam takmadığında dahi en azından merhem olabiliyor.
Lakin, bir cımbız, bir rende, bir zımpara, işte öyle bir şey var sanki. En dramatik görüntü, en trajik durum, en ağlatıcı sahne yahut "kitlesel haber" seçilirken dahi, gerçeklik bir biçimde "sterilize" oluyor; "pastörize" edilip "doğalvahşi ortamı"ndan koparılıyor. Ayıklanıyor. "Mikroplar"dan, sistemin bütünü üstüne kuşku duyuran yanlarından, hakim güç ilişkilerini, yerleşik hiyerarşileri ve menfaat ile itibar ağlarını sarsabilecek özünden genellikle arındırılıyor. "Objektiflik" diye kutsanan "yansıtma" ameliyesi, esas gerçekliğin, temel sebeplerin büyük kısmıyla bağı, bağlantısı koparılmış "bir tezahür"ü gerçeğin tamamı gibi sunuyor. Belki akıllıca. Belki çok aptalca, çok aptallaştırıcı. Gerçeğin tamamını göstermeyeni de, göremeyeni de.
Şu anda memleketimiz ahalisini tanımlayan temel şey... Aslında ne kadar cumhuriyetçi, milliyetçi, dindar, laik, demokrat olduğundan ziyade, "haksızlığa maruz kalma" duygusu. Kimin ne olduğu en çok tartışılan mesele ise de, haksızlığa uğramışlığın yahut hak talebinin görünen ifadesi insanların "kimlikleri" olsa da, birbiriyle çatışanların dahi ortak noktası bu. Toplumun büyük, çok büyük kısmı, kimi imtiyazlıların, kimi imtiyazlı durumların kıyısına bile yanaştırılmayıp tam tersine bin bir mağduriyetten muzdarip olduğu inancında. Bu hissiyatın insanları taşıdığı nokta maalesef genel ve olgun bir "adalet talebi" değil. "Adalet duygusu" eksikliğini, yaygın, herkesi gözeten bir "adalet tasavvuru" ile aşma arzusu değil. Gündelik hayatta kendi küçük imtiyazlarını bulabilmek için koşturmaktan yahut bir başkasının varlığı ve kimliğinden nefretle bitap düşülüyor genellikle. İnsanların kendi kabuğunu, kendi sınırlarını aşarak başkasının mağduriyetini de kucaklayabilme, "öteki için, onun için de" adalet talep edebilme ihtimalleri, en iyi ihtimalde, bir ihtimal olarak kaldı. "Adalet duygusu" krizi olduğunda, bazen yönetenlerin becerisi, bazen de yönetilenlerin en büyük beceriksizliği... İnsanların birbiriyle ortak noktalarının farkındalığını boğup farklılıkların düşmanlıklarını keskinleştirmek değil midir? Pek sık.
Şu sıra yoğun biçimde, "sinir uçları"na yine çok çeşitli kesimlerin adaletsizlikten, haksızlıklardan, insan yerine konmamaktan yakınmaları akın ediyor. Rejimimiz, sistemimiz, düzenimiz "adalet duygusu" yaratmakta pek mahir değil! Gazetecilik, (Anayasa'ya da kökünden aykırı) bir "imtiyazlar, zümre hakimiyetleri, dışlamalar, tahakküm" sisteminin yaralı bir toplum yarattığının farkında olmalı. "Adalet duygusu" ve umudunun yaygınlaşması için, habere, yazıya çok iş düşüyor. Bildiğimiz kadarıyla, "işimiz" buydu zaten!
|