Ülkü TAMER: Saflığın şiirini özledim
Evet, saflığın şiirini özledim. 40'ların, 50'lerin şiirini. Cahit Sıtkı Tarancı'ları, Behçet Necatigil'leri, Ziya Osman Saba'ları, Sabahattin Kudret Aksal'ları, Cahit Külebi'leri, Muzaffer Tayyip Uslu'ları, Orhan Veli'leri, Oktay Rifat'ları, Ceyhun Atuf Kansu'ları, o yılların Melih Cevdet'lerini, Necati Cumalı'larını özledim. "Günaydın tavuklar horozlar / Artık memnunum yaşamaktan" dizelerini, "Cebeci köprüsü yüksek / Altından tren geçiyor / Ya benim aklımdan geçenler / Kimse bilmiyor" dizelerini, "Girin satıcılar evimin bülbülleri / Girin girin aydınlık bahçemden içeri" dizelerini, "Gün bitti / Akşam serinliğiyle başlıyor memleketim" dizelerini özledim. O dönemde yazılmış ne kadar şiir varsa, hepsini özledim. Sözgelimi, Tarancı'nın "Öyle Dalmışım ki" şiirini: "Öyle dalmışım ki bu akşam üstü, Komşu arsadır gözümde gökyüzü. Ben dünyadan bihaber bir çocuğum; Kayıp zıpzıplarımı arıyorum. Koşun çocuklar, koşun komşu kızlar, Avuçlarıma sığmıyor yıldızlar." Haydar Ergülen'in bir sözünü hatırlıyorum: "Şair ne zaman şiirine benzer? Elbette şiirinin önüne geçmediği zaman, şiirinden bir adım, birkaç adım geride durduğu zaman." "Şiirinin önüne geçmeyen şair" deyince, aklıma ilk gelen ad Ahmet Muhip Dranas oluyor. Dranas, "Kar" ını, "Olvido" suınu yazmış, Ergülen'in deyimiyle "kendini şaman büyücüsü, eski zaman bilicisi" olarak görmemiş, "şiirinin omuzunda bir yük olarak durmamış"tır. Necatigil de öyleydi. Cahit Külebi de. Necati Cumalı da. O kuşağın birçok şairi de. Yazdıklarını serçeler gibi gökyüzüne salıyor, ama kartallaşıp onların peşine düşmüyorlardı. Şairliğin değil, şiir yazmanın tadını çıkarıyorlardı. Birer kartaldılar aslında. Ama uçurdukları serçelere hükümdarlık taslamıyorlardı hiçbir zaman. Birlikte kanat çırpıyorlardı.
*** Duru, yalın, içten bir şiirdi o dönemin şiiri. Saflığın şiiriydi. Çocuksu bir yanı vardı neredeyse. Dil oyunlarıyla, imge cambazlıklarıyla, kişilik gösterileriyle örülmemişti. Dizeler kağıda dökülmeden önce beynin bin bir kıvrımından geçerek sınanmıyordu. Duygular ne yapay bir biçimde ateşleniyor, ne de gereksizce dizginleniyordu. Kuramlar ülkesi çok uzaklardaydı. Şiir yazılıyordu. Şimdi ise şiirden çok şiir üstüne yazı yazılıyor.
*** Ama aynı şiiri yazabilir miyiz bugün? Nerede! O şiirleri Beyazıt meydanında, beş kuruşa aldığımız simitleri yiyerek okuyorduk. Havuz başındaki bir sırada. Sonra Kumkapı'ya iniyor, balıkçıların kıyı boyunca iplere dizdiği çirozlara bakıyorduk. Çarşıkapı'ya çıkıyorduk. Bulgar Sütçü'den mis gibi kaymak kokusu, süt kokusu yayılıyordu ortalığa. Ayakkabılarımızı boyatıyor, sarı tramvaya binip Beyoğlu'na gidiyorduk. Melek'te Şeytan Kadın'ı, Ar'da Yakut Gözlü Kız'ı, Lale'de Vatan Kurtaran Aslan'ı seyrediyorduk. Sinema çıkışında paraya kıyıp Butak Pastanesi'nde 35 kuruşa krem şokola yiyorduk. Yazları Bebek koyunda denize giriyorduk. Bir dergide Esther Williams'ın mayolu fotoğrafını görünce yüreğimiz hopluyordu. Radyoda "memleket saat ayarı" yla saatlerimizi ayarlıyorduk. Televizyon çok uzak bir düştü bizim için. İki kişi kavga edip birbirlerini yaralamaya görsünler, gazetelerde birinci sayfa haberi oluyordu bu. Necdet Elmas bir banka şubesini soyup kimsenin burnunu bile kanatmadan kaçtığında, olay manşetten verilmiş, haftalarca da gündemde kalmıştı. O haberleri veren gazeteler Anadolu'ya posta treniyle gönderiliyor, sözgelimi Antep'te iki gün sonra okunabiliyordu.
*** O şiirler o ortamda yazıldı. Külebi "Senin dudakların pembe" yi, Necatigil "Hani bir sevgilin vardı" yı, Eloğlu "Naylonuna ne verem?" i o günün Türkiye'sinde söyledi. "Şimdi de böyle şiir yazılmalı" demiyorum elbet. Bugün öyle şiirler yazılmasını beklemek budalalıktan başka bir şey olmaz çünkü. Ben sadece o şiirleri özlüyorum. Kim bilir, belki o şiirleri yaratan Türkiye'yi.
|