Eline çarptı, penaltı!
Umutsuz maç daha umutsuz başlamış ama inatçı oyunla umutlar çoğalmıştı... O yüzden daha çok üzüldük. Oluyor bunlar. Hayatta da, futbolda da. Lakin acı olan, "kafayı yemiş" halimiz. Uğradığımız, dünyada ve futbolda herkesin maruz kalabileceği haksızlıkları, zaten her hafta kendi ligimizde olanları, yeryüzünde sadece bize karşı, "bize özel" yapılmış sayma ısrarımız. Kendi oyunumuz ve hatalarımızla kendimizi aşma yönünde haşir neşir olmadan, "dış düşmanlar, komplolar" peşinde helak olan kalbimiz. Dünya üçüncülüğü getiren o turnuvada lehimize hakem "ayarlanıp ayarlanmadığı" nı hiç ilke ve namus meselesi yapmadan, şimdi sövüp saymamız. Hepsi bir yana... Spor gazetelerinin, kimi günlük gazetelerin manşetlerine taşınan o bayağı, süfli, kışkırtıcı, dünyanın her yerinde "nefret medyası" kategorisine giren başlıklar, abuk sabuk tekerlemeler, çığırtkanlıklar. Sığ kafa nasıl vücutta bulunur ustam! Biliyor musunuz, yani dikkat ettiniz mi... Maça dair çok sayıda yazının ve haberin içinde, "komplolar ve hakemin şeylikleri" arasında şu da, aynen böyle ifade edilerek sayılmıştı: "Hakan'ın atağında rakibin eline çarpan topa hakem penaltı vermedi." Canımın içi, sporumun, futbolumun, fairplayimin, kusurlu hareketlerin baş tacı meslektaşım, abim, kardeşim... Sen daha yazarken "çarptı" diyorsan, hakem nasıl penaltı desin... Yok, penaltı olması gerekiyorsa, niye "eline çarpan" dersin! İnanın, yani inanılmaz ama inanın, bunu bir kişi böyle yazmamıştı, bir sürü futbol uzmanının yazısında, aynen böyle elle oynanmıştı; yetmez, TV'de de naklen böyle söylenmişti.
Hakka, hukuka dair ilke meselesi, bir sürü yerde ve kişide olduğu gibi, bizde de pek geçer akça değildir. İnsanların çoğu; makam, yetki, güç ve imkan sahibiyse bir de, bu hayatı tek yüzle götürmeyi büyük eksiklik sayar. O yüzden, yalan, çarpıtma, kendine yontma, oportünizm, iki yüzlülük, çifte standart, kıvırtma, hep başkasını suçlama, kendini kusursuz ve yanılgısız sayma, özeleştiriden kaçarken eleştirenin de gözünü oyma... "İsviçreliler" böyledir işte! Sigortanın attığı nokta, mesela, "ulema" olur o zaman. Hak, özgürlük platformunda tartıştığın, ilke düzleminde konuştuğun mesele, birdenbire, kızı sadece "kapatma" ya değil, pekala "eve kapatma" ya da dönük olabilecek bir tefsirin alanına havale edilir. Ulema, bir kızın, Müslüman ülkeleri işgal eden bir kafir memlekette okutulmasına ne der, diye düşünülemez mi o zaman. Düşünülür. İstenirse, neler düşünülür. Her söylediğini durmadan geri alan... Fransa'yı türbana bağlayıp öyle demedim diyen... Ulemayı, çevir kazı yanmasın yapan... Bir şey biliyor ve kararlı diye umutlandırarak "Şemdinli, lokal değil" dedikten sonra, galiba ondan da cayan ve araziye uyan... Bir başbakanın, top eline mi çarpmıştır... Yoksa, elle mi oynamaktadır. Bilmiyorum. Ama, İsviçreliler bize daha nasıl, daha ne kadar kötülük yapabilir ki! Daha ne kadar tahrik edebilir, asabımızı bozabilir, huzurumuzu kaçırabilir, ağzımızdan istisnai kaba sözler çıkmasına, sahaya yabancı madde atmamıza, hakeme küfretmemize, rakibin ayağına basmamıza, yumruk sallamamıza, birbirimizi katletmemize, arabalardan inip gırtlaklaşmamıza, kadınları yerde sürüklememize, viyadüklerden uçmamıza, kurtlar vadilerinde ayılıp bayılmamıza, etnik nefretle kendimizden geçmemize, velhasıl olmadık şeyler yapmamıza daha ne kadar sebep olabilirler ki. Hepsi bitti. Geçti, gitti işte!
|