Okul günleri -3
Okul devam ediyor.. Araya bayram tatili girdi. Yeniden sınıfa dönmek güzeldi. Havalar şimdilik iyi gidiyor.. Ancak, daha önce yazdığımız gibi kaloriferler konusunda her amfide durumun aynı olmadığı anlaşılıyor. Ders dinlerken neyse de yarın vizeler başlayınca, soğuk bir ortamda parmaklar iyi işlemeyebilir. Dün kantinde "muhabbet" uzadı gitti.. Çaylar da demliydi.. Tostlarsa lezzetli.. Ancak tartışma ondan da hararetliydi: Devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin, vakıf üniversitelerine bakışı söz konusu olunca, tartışma bitmek bilmedi. Çoğunluk, ekonomik durumu iyi olan öğrencilerin, daha iyi şartlarda öğrenim gördüğünü ve bunun da anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğunu söylüyor. Yine de, aralarında "Hayır, vakıf üniversiteleri olmasın!" diyen bulunmuyor. Vakıf üniversitelerinde, az sayıda öğrencinin bulunduğu sınıflarda; pratiğe yönelik ve sorgulayan, aktif bir öğrenim yapılabiliyor olması özendiriyor.. Ancak, burada, bu tarihi üniversitenin çatısı altında, kalabalık sınıflara rağmen, özveriyle ve öğrencinin ilgisini sürekli canlı tutacak bir sıcaklıkta ders anlatan hocalarından da memnunlar. (Memnunuz..) Okuduğu üniversiteye son model arabalarla gelen, kredi kartı harcamaları yüz milyonları aşan öğrencilerin varlığı eleştiri konusu daha çok.. Ancak, bu tespit "hastalıklı bir hasetlik" duygusu yaratmış değil.. Bir tespit sadece.. Yoksa.. Burada, bu tarihi ve köklü üniversitenin çatısı altında da herkes mutlu olabildiğince.. Çaylar demli, tostlar lezzetli.. Masaya serili gazetelerde "ciddi" köşe yazıları ve önemli haberler okunuyor bir yandan..
 Bir zamanlar vakıf üniversiteleri yoktu. Özel Yüksek Okullar vardı 60'ların sonlarında.. Yani benim üniversiteye girdiğim yıllarda.. Hatırlıyorum: Beyazıt Meydanı'nda bir öğrenci gösterisi yapılmıştı.. Şöyle bir pankartın fotoğrafı gazetelerde yayınlanmaya değer bulunmuştu: "Özel Hukuk mu? Özel Harbiye ne zaman?" Bu kadarı da olmaz demeye getiriliyordu.. Yani, adalet sisteminde görev alacakların özel fakülteden mezun olması akıl dışı bulunuyordu.. Zaten kimse olacağına da ihtimal vermiyordu. Ama.. Oldu.. Belki de o pankartı taşıyanlardan bazılarının çocukları şimdi "Özel Hukuk" ta okuyordur, kim bilir? Zaten başka şeyler de yoktu benim üniversiteye girdiğim 60'ların sonrasında, 70'lerin başında..Türban sorunu yoktu mesela! Radyo "hâlâ" dantelli örtülerin altında saklanmayı hak eden en değerli eşyaydı. Televizyon mu? Zaten haftada iki-üç gün.. Akşamları bir-iki saat.. Ayrıca...Kimin evinde vardı ki? Cep telefonu mu? İstanbul'dan Ankara'ya telefon etmek için santralın başında saatlerce beklemek gerekirdi. Telgraf en önemli haberleşme aracıydı.. Uzun kuyruklar oluşurdu telgraf memurlarının önünde.. Bilgisayar mı? Sınırlı sayıdaki kişi ve kurumların dışında; herkes için bilgisayar, Amerika'dan ve Avrupa'dan ulaşan gazete haberlerinin imrendirici konusuydu.. (Yoksa kompüter mi demeliyim?) Vietnam Savaşı devam ediyordu. Avrupa'nın haritasını görseniz tanıyamazdınız.. Sovyetler Birliği'nde Brejnev esip gürlüyordu. Daha Arafat bile çıkmamıştı dünya siyaset sahnesine tam olarak.. Çünkü Ürdün iç savaşı patlak vermemiş, Kara Eylül Münih Olimpiyat Köyü'nü basmamıştı. Brezilya'da Pele, Türkiye'de Metin Oktay son gollerini atıyordu. Daha uzar gider ya.. Bitirelim.. Üsküdar'dan Kabataş'a geçmek için araba vapurunu beklemek zorundaydınız. İki köprü de yoktu daha.. İstanbul'un iki yakasını köprüsüz düşünmek ne tuhaf? Ve fakat.. Değişen bunca şeye karşın, İstanbul o zaman da çok güzeldi.. Belki daha da güzel.. Sonbahar hep güzeldi.. Çaylar da öyle..
|