Ege adalarında güneşe doğru bir yolculuk
Yunanlılar adalarını bir güneş imparatorluğunun mekanları haline getirmiş. Böylece dünyanın her yerinden 40 çeşit insan gelip uzun süren yaz ayları boyunca bu adaları geziyor ve nimetlerinden yararlanıyor..
Sadece 24 saat yetti. Neye mi? Tatil denen şeyin büyüleyici iyileştirme gücünden henüz yararlananamış olduğumuz için perişan, çalışmaktan yorgun, sıcaktan bezgin bir halde, bir akşam üzeri İstanbul Salıpazarı rıhtımından kalkan "Coral" adlı bir Yunan gemisine bindik. Ve ertesi gün, ayağımızda şort, üzerimizde kolsuz T-shirt ve boynumuzdaki fotoğraf makinasıyla, biz de Mikonos denen ünlü adayı arşınlayan turistlerin arasına karıştık. Ve adına tatil, dinlence, kitle turizmi, vs. denen tüm çağdaş kavramları icat edenlere dualar okuduk. Tam 6 gün süren bu gezide, hemen ilk kez Yunan adalarını tanıdık. Gerçi Rodos ve Girit'i eşimle birlikte bir "balayı gezisi"nde görmüştüm. Ama tam 30 yıl olmuş! Yeniden görmek ve değişimleri farketmek iyi geldi. Ayrıca ünlü Mikonos'la birlikte Patmos ve Santorini denen büyüleyici adaları ilk kez gördüm. Bir de kaçınılmaz Kuşadası ve Pire ziyaretleri bunlara eklendi. Bu yazıda "Ah bir eğlendik, bir eğlendik!" edebiyatından çok, herkesi ilgilendiren ve kültürden turizme uzanan kimi gözlemler sunmak istiyorum.
GÜNEŞ İMPARATORLUĞU Yunan adaları, dört yüzyıla yakın Osmanlı egemenliği altında kaldıktan sonra genelde İtalyan ve İngiliz egemenliğine geçtiler ve 1947'de Yunanistan'a bağlandılar. Bu 12 adanın ortak özellikleri var. Bir kez hepsi çok tipik biçimde Yunanlı: Halkı hep çokluk Yunan olmuş, Osmanlı buralara pek ilgi göstermemiş, Rodos dışında doğru-dürüst cami, saray veya anılacak bir bina inşa da etmemiş. Ayrıca, eğriye eğri doğruya doğru, bizde kalan şu Gökçeada'nın perişan haline bakınca, iyi olmuş da buraları deniz aşığı ve ada tutkunu Yunan'a geçmiş dememek mümkün değil. Aşırı milliyetçileri kızdırmak pahasına... Hemen hepsi (en başta Mikonos) çorak ve yeşil yoksunu bu adaların ezeli sorunu su, bitmeyen derdi susuzluk. Rehberler her yerde öncelikle bu sorunu dile getiriyor. Bu sorun yapay biçimlerde çözümlenmiş, yeşillik eskiliğiyse her adada beyazın egemen olduğu sevimli, insan ölçeğinde ve doğayla uyum içinde alçakgönüllü yerleşmelerle dengelenmiş. Yunanlılar, bu adaları tam bir güneş imparatorluğunun mekanları haline getirmişler. Daha doğrusu doğa öyle yapmış, onlar da bunu kullanmış. Böylece, dünyanın her yanından 40 çeşit insan, uzun süren yaz ayları boyunca gelip adına turist denen anonim kişiliğe bürünerek bu adaları geziyor, bir tatil süresince güneşe dönen çiçekler gibi bu nimetten yararlanıyor. Yıl boyu soğuk ve yağışlı iklimlere mahkum ülke halklarına, Yunanistan öncelikle güneşi ve onunla birlikte gamsız, sorunsuz, eğlenceye dönük bir vur patlasın çal oynasın yaşamı ikram ediyor.
ADANIN SİMGESI PELİKANLAR Elbette her adanın kendine özgü bir kimliği var. İlk gördüğümüz Mikonos, bir alışveriş ve eğlence merkezi. Ününe karşın Bodrum veya Çeşme'nin fiyatlarının çok gerisinde lokantalarda enfes balıklar, bizim henüz yapamadığımız lezzette bir kalamar dolması veya ahtapot ızgara yemek mümkün. Çıplaklığın serbest olduğu ünlü plajlarıyla, eski yel değirmenleriyle, adanın simgesi olmuş göçmen pelikan kuşlarıyla, nedense erkeklerin kendi aralarında, kızların kendi aralarında guruplaştığı ziyaretçileriyle, burası tam bir "dolce vita" merkezi. Ve öyle de kalacak. Ama bu eğlence krallığında bile adım başı bir kiliseye rastlamak ve hemen her saatte hepsinin dolu olduğunu görmek de ilginç. Acaba günahlardan arınma çabası mı bu?
TÜRK İZLERI Patmos küçük ve yeşil bir ada. Dağınık evleri daha küçük, halkın yaşamı daha yoksul. Ama tepedeki tarihsel manastır-kilise, burayı dinsel açıdan bir merkez haline getirmiş. Ve oradan ver elini Rodos... Önce 50 km. uzaktaki Lindos antik kentini gezip yine çok şirin bir köyün dükkanlarla çevrili yokuşlarını tırmanarak, eski akropole çıkıyoruz. Ve orada, Rodos şövalyelerinin kale duvarları içinde kalmış ve restore edilmekte olan antik Atena tapınağını geziyoruz. Sonra, asıl Rodos kenti. Görkemli bir kaleyle çevrili bu parlak turistik merkez, Osmanlı'nın çok güzel anıtlarını taşıyor: Birbirinden şirin üçdört cami, eski el yazma metinleri içeren bir Müslüman kütüphanesi, bizimkilere benzeyen bir çarşı. Ve hayatın sıcak öğleden sonralarda veya kızıl renkli akşamlarda şurup gibi aktığı bir gezme, dolaşma ve alışveriş merkezi. Birkaç dükkanda ünlü Rodos şövalyelerine ait şeyler satılıyor: Görkemli zırhlardan silahlara dek...Ve de hemen heryerde birbirinden güzel ve çeşitli masa örtüleri. Örtü almadan Rodos'- tan ayrılmayın, ayıp olur! Türkçe'de bir deyim vardır hani: Ben sana Hanya'yı-Konya'yı gösteririm diye... Hanya'nın neresi olduğunu biliyor musunuz? Adaların en büyüğü olan Girit'in başkenti Heraklion'un Osmanlıca adı imiş, ben yeni öğrendim!... Heraklion- Konya, tarihine rağmen pek özellik taşımayan sıradan bir Akdeniz kenti. Gerçi dev Girit Adası'nı tümüyle gezemiyoruz elbette ama bu koca adanın en ilginç yanı, kuşkusuz 30 yıl önce de beni çok etkilemiş olan ünlü Knossos antik kenti. Burdaki yerleşmeler çok eskiden başlamış ama bugün ustalıkla restore edilmiş kalıntıları gezilen ünlü saray, Minoa uygarlığı tarafından M. Ö. 1700- 1350 yılları arasında inşa edilmiş. Toplam 22.000 m2 ve 1500 odadan oluşan saray, dönemine göre çok ileri teknikleri yansıtıyor: Su ve tuvalet sorunları daha o çağda çözümlenmiş. Fransızlar'ın 16. Louis döneminde bile (yani 30 küsur yüzyıl sonra!) Versailles Sarayı'nda tuvalet sorununu "lazımlık sistemi" yle hallettiğini hatırlayınca, şaşmamak elde değil! Etkili mimari özellikleri, görkemli freskleri ve ileri teknik altyapısıyla, Knossos çok etkileyici. Bu ziyareti Heraklion'daki müzeyi de gezerek tamamlamak koşuluyla... Tüm bu uygarlık, M.Ö. 15. yüzyılda Santorini adası civarında patlayan bir volkanın yol açtığı su baskınıyla sona ermiş. Ve Knossos uygarlığının bir bölümü sular altında kalmış. Sonraları Platon-Eflatun'un anlattığı "Atlantis; sulara gömülen kıta" efsanesinin bu olaydan esinlendiği söyleniyor. 20. yüzyıl başlarında İngiliz arkeolog Evans'ın çabalarıyla başlayan kazıda tüm antik saray ortaya çıkarılmış. Ve aynı kazılarda bulunanlar, bugün Heraklion Müzesi'ni dünyanın en önemli müzelerinden biri haline getirmiş.
EN GÜZELİ SANTORİNİ Ve Santorini... Adından dolayı hep İtalyan sanırdım. Ama bu küçük ada Yunan adalarının en güzellerinden biri. 1000 metrelik kayalıklar üzerinde kurulu iki şipşirin kasaba: Oia (İya okunuyor) ve başkent olan Tira (ya da Pira). Özellikle Tira'nın denize kadar inen çeşitli teraslarda kurulu otel, pansiyon ve kahveleri, mavi kubbeler arasından gözüken deniz ve karşıdaki adalar manzarası unutulamaz. Pira'dan teleferikle limana inilip yeniden gemilere biniliyor. Ziyaretim sırasında, geleneğe göre burada evlenmiş bir çiftin resmini çekiyorum. Santorini Adası'nda güneşin batışını izlemek gerçekten de ömre bedel bir deneyim... Evet, ayrıca Pire ve oradan hareketle Atina ziyareti de içeren bu güzel geziyi biz SeTur ya da Pronto Tur'dan edinilen Louis Hellenic Cruises şirketinin gemisiyle yaptık. Şirketin gemileri birer "aşk gemisi" değil. Çok daha mütevazı ama yeterince rahat. Yemekler çok iyi, eğlence bol. Ve biz iki kişi bir kabine 900 dolar kadar bir para ödedik, turlarla birlikte bu yüzde 50 kadar arttı. İmkanı ve niyeti olanlara içtenlikle böyle bir Ege Adaları gezisi öneririm.
|