| |
Adı İstanbul
Petrol şeyhinin biri, üniversitede okuması için oğlunu İstanbul'a gönderir. Çocuk ilk devreyi başarıyla bitirdikten sonra notlar değişmeye ve çocuk hafiften serserileşmeye başlar. İşin kötüsü, memleketten çocuğa gönderilen avuç dolusu paralar da artık yetmemektedir! Şeyhimiz oğlunu kontrol etmek için adamlarından birini İstanbul'a gönderir. Adam İstanbul'a gelince bir de ne görsün? Şeyhin okusun diye gönderdiği oğul okulu bırakmış, kendini karıya kıza vurmuştur. Uzun aramalardan sonra delikanlı Boğaz kenarında salaş bir meyhanede bulunur. "Ya seydi, bu ne kepazeliktir! Baban seni merak eder! Kalk hemen gidiyoruz Arabistan'a!" Çocuk: "Ayva seydi" der, "Ama önce bir otur da şu manzaraya bir bak..." Şeyhin adamı "Bunda ne kötülük olabilir ki" diye düşünür ve masaya oturur. Sandalcılar çaparilerini sallamakta, arkadaki tepelerin ardında batan kızıl güneş, Boğaz'ı tonlarına renkten renge boyamaktadır. Arap, manzarayı seyrederken, garsonun getirdiği kavundan bir tane ağzına atar. Ardından peynirin de tadına bakılır. Eh eşek değiliz ya, şu aslan sütü denen meretin de bir tadına bakalım derken orada ipler kopar. Şeyhin oğlu ve Boğaz tarafından ayartılan adam, yorgun ve akşamdan kalma bir sesle, 15 gün sonra, efendisini arar: "Ya seydi, Veled mazbut velakin memleket puşt!"
Bu öyküyü size, İstanbul'a her gün biraz daha duyduğum hayranlığı çok güzel anlattığı için aktardım. İzmirli olduğumu, İzmir'i de çok sevdiğimi bilen okurlarımız alınmasınlar ama İstanbul gerçekten işte böyle bir dünya harikası şehir. Biz İstanbul'da yaşayan İzmirliler, doğup büyüdüğüm şehre beslediğimiz sevgi açısından, Amerika'ya yerleşmiş İrlandalılar'a benzeriz biraz. İstanbul'un nimetlerine alabildiğince abanırız da, bir taraftan da "Aaah İzmir, aaah!" diye sızlanmayı da ihmal etmeyiz. Nitekim ben de 20 yıldır burada yaşamakta olduğum halde, arada bir İzmir'i görmeden, ziyaret etmeden edemem. İster nostalji deyin, ister ne derseniz deyin.
Fakat İstanbul da fark atıyor be dostlar! Şu Boğaz yok mu şu Boğaz, adamı Orhan Veli'den beter yapar, eve tuz götürmeyi de unutursun bazen, buz götürmeyi de... Açık söyleyeyim, bana dünya kadar para verseler, git hadi New York'ta yaşa deseler, elimin tersiyle iterim teklifi... Hani köylülük gibi olmasın ama Paris bile bana "İçinden nehir geçen Ankara" gibi gelir... Fazladan müzelerle doldur, eski korunmuş binaları serpiştir al sana Paris! Londra mı, onların olsun! Bana Berlin merlin gene hiç demeyin... Vallahi üç gün duramam... Varsa yoksa İstanbul!
İzmirli dostlar, "Ne o şehrine ihanet mi ediyorsun" diyecek olurlarsa, haşa, bizim kitabımızda ihanet yazmaz. İzmir'i hâlâ severim. Ama şunu söyleyeyim: Sevgili İzmirliler de, her defasında İstanbul gibi bir mucizeye karşı masaya "rest olarak" İzmir'i sürmekten vazgeçmelidirler. İstanbul'u anlamak için yaşamak gerekir.
|