Tufandan sonra
Fransa'dan tokat, Hollanda'dan sille yiyen AB'nin geleceği hakkında şu sırada çok şey yazılıyor, söyleniyor. Üzerinde genelde mutabık kalınan konulardan biri, AB derinleşmesinin artık kolay kolay yeniden gündeme gelmeyeceği. İngiliz yorumcular açısından ise Fransa hayır oyuyla AB'yi tam da Britanya'nın istediği noktaya getirmiş oldu. Kendilerini ırkçılarla aynı çizgide bulan, kendilerince neoüliberal ekonomi politikalarının amansız düşmanı Fransız sosyalistleri açısından ne hoş bir ironi! Bu krizin aşılması kolay olmayacak, kısa sürede de gerçekleşmeyecek. Avrupa genelinde ülkelerini sürükleyebilecek yeni ufuklar açarak gerekli sıkıntıları toplumlarına kabul ettirebilecek dirayette, çapta liderler yok. Ulusal düzeydeki siyasi liderlik eksikliği de doğal olarak AB'yi vuruyor. Gelecek birkaç yıl boyunca AB fırtınanın ortasında, sisten önünü göremez vaziyette kalacağa benziyor. Böylesi bir ortamda AB üyelerinin kendilerini bağladıkları değerler sistemine aykırı taleplerle karşılaşmaları da beklenmeli. İçe kapanmacı, ırkçı, aşırı milliyetçi rüzgârlar karşısında AB'nin yıllar içinde yarattığı demokrasi alanının savunulması gerekecek.
Karşıtlara karşı ABD "silahı" Tüm bunların Türkiye açısından taşıdığı anlama gelince. Türkiye, Gümrük Birliği'yle ilgili ek protokolü de imzaladığı taktirde 3 Ekim'de müzakerelerin başlamaması için bir neden yok. İki hafta sonraki AB zirvesinin bu konuya da açıklık getirmesi gerekir. Ancak müzakerelerin çok zorlu geçeceği, yorgun atların yokuşa sürüleceği de kesin. Buna karşılık Almanya'da Angela Merkel'in iktidara gelmesinin anlamı konusundaki kaygılar abartılı sayılabilir. Zira Merkel ülkesini yeniden ABD'ye yakınlaştıracaksa, o halde Türkiye'yi destekleyen Washington'la bu konuda çok ters düşmek istemeyecektir. Benzer bir durum Nicolas Sarkozy'nin Fransa'da başkan seçilmesi durumunda da geçerli. Bu analiz doğruysa o zaman Türkiye'nin AB ile ilişkileri bir kez daha ABD ile ilişkilerinin düzeyinden ve sıcaklığından etkilenecektir. Daha gevşek bir AB yapılanmasının Türkiye'yi hazmetmesinin daha kolay olacağına da şüphe yoktur. Müzakereler başladıktan sonra bile AB'nin içine girdiği kriz nedeniyle Birlik üyelerinin bazıları tarafından Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık türünden açılımlar yapılacaktır. Türkiye'de bu seçeneği tercih edenler seslerini yükseltmeye başladı. Kaldı ki kurucularının reddeder göründükleri bir Birliğe Türkiye'nin tutkuyla sarılması da kolay sayılmaz. Ancak imtiyazlı ortaklık da Türkiye'nin ikinci sınıf bir demokrasi, AB'nin uç beyi muamelesi görmesi ve AKP'nin geçen iki yıl boyunca her foruma taşıdığı Türkiye ile ilgili iddialarından vazgeçmesi anlamına gelir. AB'nin yapısının ve onunla ilişkilerin nihai şekli ne olursa olsun Türkiye'nin hukukun üstünlüğüne saygılı, daha demokratik bir ülke olması şart. Bu niteliklerin Türkiye'yi daha etkili ve farklı bölgelerde siyaset yapabilecek bir stratejik aktör haline getireceğine inananlar açısından sürecin devamı bu yüzden önemli. Bu vizyondan hoşlanmayanlar ise Türkiye'yi kavruklaştıracak bir içe kapanmayı tercih eder. İçe kapanmanın maliyeti Türkiye'deki toplumsal fay hatlarının hemen hepsinin yerinden oynamaya başlaması olabilir. Bunun anlamı ise öncelikle AKP'nin kendi siyasal oyun alanının daralmasıdır. Ardından fakirleşme, hak ve özgürlüklerin budanması ve Türkiye'nin yıllardan sonra bulduğu istikrarın otoriter özlemlere feda edilmesi gelecektir. Türkiye'nin önündeki tercih ve maliyetleri toplumun iyi tartışması ve anlaması şart.
|