Asker neden konuştu?
Dün öğle saatlerinde gelen Genelkurmay açıklaması, Ankara'daki haber merkezlerine bomba gibi düştü. Avrupa Birliği sürecinde uzun süredir sessizliğini koruyan asker, Nevruz nedeniyle yapılan DEHAP ağırlıklı kutlamalarda Türk bayrağını yakma girişimini son derece sert bir dille yanıtlıyordu: "Bu bayrak sahipsiz değildir." Hiç şüphe yok ki, Genelkurmay'ın bu zehir zemberek açıklaması birçok kişi tarafından geçen hafta Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın demeçleriyle birlikte düşünülerek "Asker yeniden siyasete giriyor" şeklinde yorumlanacak. Oysa bizce asker, siyasete girmekten ziyade, "bayrağa sahip çıkıyor." Çünkü Genelkurmay'ın dünkü açıklamasının zamanlamasına bakarsanız, bayrak yakma denemesinden 48 saat sonra gerçekleştiğini görürsünüz. Yani? Yani, TSK, bu açıklamayı yapmadan önce hükümete bir tepki göstermesi için fazlasıyla süre tanıyor. Olaylar DEHAP'ın pazar günkü Mersin mitinginde oluyor. Ancak Pazartesi günkü Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında, hükümetten net bir açıklama gelmiyor. Bir soru üzerine Adalet Bakanı Cemil Çiçek, "İçimizde sorumsuz diyebileceğimiz, nasıl bir toprakta, nasıl bir vatanda yaşadığının farkında olmayan, nelerin pahasına verilmiş bir devletin vatandaşı olduğunu gururunu, sevincini yüreğinde paylaşamayan bir kısım insanlar var. Bizi sıkıntıya sokan, üzen bu neviden görüntüler, insanlar, bunların beyanları, tavırları ve sorumsuz davranışlarıdır" açıklamasını yapıyor. Çiçek'in sözleri yanlış değil, ama kamuoyundaki (ve devlet kademelerindeki) bayrak yakma olayına karşı infiali karşılamıyor. Aynı şekilde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, Genelkurmay açıklamasından birkaç saat önce Meclis'teki "Çanakkale'de atalarımız ay yıldızlı bayrak için şehit olurken bugün bazı bedbahtlar, bazı zavallılar bu bayrağı yere düşürüyorlar" sözü de, "Ankara standartlarında" yeterli tepki sayılmıyor. İşte bu sebeplerden dolayı dünkü Genelkurmay açıklamasının, askerin siyasete girdiği "yeni bir süreç"ten ziyade, toplumun hassas olduğu bir konuda "boşluğu doldurma" olarak görmek lazım. Bayrak, farklı dini, etnik ya da sosyal kökenden gelen insanların bir arada yaşaması için gereken "minimum" ortak payda. "Ayrılıkçılık" ve "demokratikleşme" arasındaki "net ve tartışmasız" çizginin ta kendisi. Bayrak olmazsa, gerisinin zaten olması mümkün değil. Bu yüzden de yalnız Türkiye değil, bir çok ülkede "bayrak yakma," kitleler tarafından toleransla karşılanmayan bir eylem. Örneğin uzun yıllar yaşadığım "özgürlükler ülkesi" olduğu iddiasındaki ABD'de "bayrak yakma" eyleminin yasaklanması için büyük bir toplumsal hareket var. Eyalet kanunları bayrak yakmayı yasaklarken, 1989 yılında Anayasa Mahkemesi, büyük tartışmalar sonrasında bayrak yakmanın "ifade özgürlüğü" kapsamına girdiğine karar verdi. Ama o zaman bu zamandır, Kongre üç defa anayasa değişikliğine giderek bayrak yakmayı yasaklamaya çalıştı. ABD'de anayasa değiştirmek, neredeyse imkansız. Ama bayrak yakmaya tepki o kadar ileri ki, Kongre'ye gelen anayasa değişikliği paketi, her seferinde Temsilciler Meclisi'nden geçti, Senato'da bir kaç oyla üçte iki çoğunluğu bulamadığı için kaldı. Türkiye'ye dönersek, Çanakkale Zaferi'nin ihtişamlı ve "sanki yeniden keşfedilmişçesine" kutlandığı bir dönemde, bayrak yakma girişimi, "Batı kuşkuculuğu" ve "Batılılaşma" arasında sıkışan Türk siyasetini uç noktalara götürmeye yelteniyor. Siyasal haklar ve demokratikleşme adına mücadele verenler samimiyse, en azından bu bayrak altında yaşayabilmeyi kabul etmeliler. Sonra o bayrağın kimin için ne anlam ifade ettiğini yeniden tanımlamak ya da diğer talepleri tartışmak daha kolay olacaktır.
|