|
 |
 |
 |
|
|
Kader!
(Bugün, muhtırayla gelen 12 Mart 1971 darbesinin yıldönümü... O "darbe" yıllarından, aşağıdaki "hatıra" düştü kalemime yeniden...) Bu günlerde 68 kuşağına ilişkin çok şey söyleniyor. Lâkin bir kuşağı, o tarih zelzelesinin orta yerine atan 'kader'e kıymet biçilmiyor. Oysa, kaderin en çok oynadığı ve kaderle en çok oynayan kuşaktı 68'liler. 30 yıl önce, kimileri o cehennem günlerinde yanıp kül oldular. Cehennemden kurtulanların 30 yıl sonra, toplumsal yaşamdaki ağırlıklı yerlerine bakıp şaşıranların es geçtiği de o 'kaderin cilvesi'ydi. Ondandı savrulup durmaları ölümle hayat arasındaki zaman rüzgârlarında... İşte size 68'den bir 'kader' hikâyesi...
O, yukarı mahalledendi, ben İstasyon Caddesi'nden. Bizi birleştiren yaşadığımız küçük ilçenin harap ortaokulu oldu. Kadir'le aynı sıraya oturttular bizi. O esmer, ben sarışın; o hırçın, ben uyumluydum. Ama kısa sürede çok iyi anlaştık. İlk anda bilmediğimiz bir ortak yanımız daha vardı: İkimiz de çalışkan öğrencilerdik ve okulun birincisi olup 'iftihar'a geçmek gibi bir iddiamız vardı. İlk sömestr bunu başardık da. İkimiz birden iftihar listesine girdik. Birincilik iddiamızı rekabete değil, dayanışmaya dönüştürmüştük. Önemli bir tarih sözlüsüne de birlikte hazırlanmıştık. Ben tahtaya kalkan ilk beşlinin arasında sorulan soruya aklımdaki yanıtı hazırlarken, Kadir, yerinden 'biliyor musun?' anlamına gelen bir işaret yaptı. Ben de gülümseyerek başımı salladım. Tarih hocası bunu 'kopya verme' olarak algılamış olmalıydı ki hışımla üzerimize yürüdü. Bir yumruk bana, bir yumruk Kadir'e. İkimizin de birer dişi kırılmıştı ağızlarımızda. (Gözündeki görme bozukluğunun da o yumruktan kaynaklandığını söylemişti sonraları...) Kadir hemen paniğe kapılırdı. Ama geç de olsa kendini toparladı. Bu talihsiz olaya rağmen o yıl da sınıfı birincilikle bitirdik. Ailelerimizin maddi durumu bozulmuştu o yıllarda. Hatta Kadir, evlere gazete dağıtarak harçlığını çıkarıyordu. Bir önceki günün gazeteleri genelde ertesi gün gelirdi ilçemize. İlk kez 1963, 22 Mayıs'ında, aynı gün gelen gazeteleri akşamüstü saatlerinde dağıtırken bizim evin kapısına da bağırarak gelmişti: "Günlük gastee günlük gastee..." (O gün gazetede 21 Mayıs darbe girişiminin haberleri vardı.) Kapıyı açtım, gülümsedi. Ağzındaki altın dişi akşam güneşinde ışıldadı. Tarih hocasının kırdığı dişi, gazete satarak kazandığı paralarla altınla kaplatmıştı. Ortaokul bitince ikimiz de askeri okullara başvurduk. Kadir hava subaylığını düşlüyor, ben ise denizci olmayı istiyordum. Havacılık büyük bir özlemdi onun için. Sınavları kazandık ama o sağlık kontrollerinde 'göz'den kaybetti. Üzüntüsü büyüktü. Havacılık hayalleri uçup gitmişti. Ben Heybeliada'ya doğru yol alırken, o doğup büyüdüğümüz Akşehir'de sivil liseye devam etmek zorunda kalmıştı. Ayrıldık. Bir yıl sonra yaz tatilinde karşılaştık. Üzerimdeki beyaz üniformaya gönül kırıklığıyla baktığını hatırlıyorum. Bu onu son görüşümdü. Bir daha rastlaşmadık.
Yıllar sonra Erdal Öz'ün 12 Mart acılarını damıttığı 'Gülünün Solduğu Akşam' adlı kitabında şu satırları okudum. Bir arkadaşlarının ağzından Nurhak Dağı'ndaki üç genci anlatıyordu: "Sinan'ın hemen yanında yatan ikinci ölünün başucuna götürdüler, onu da otların üstüne arka üstü uzatmışlardı. Hemen tanıdım: Kadir'di. Ah, hiç aklıma gelmezdi Kadir'in öleceği. Nasıl da hemencecik paniğe kapılırdı. O tepede onu son görüşüm geldi gözlerimin önüne: Yün başlığını yanlarından kıvırıp kalpağa benzetmişti. Ateş ediyordu. Yere çömelmişti. Hafifçe yana kaykılmıştı. Ağzındaki o tek altın dişi de, güneş vurdu mu ışıldardı. 'Kadir mi bu' dediler. Onun da yüzünde çok sakin bir görünüm vardı. O da uyur gibiydi. Çıplak bir uykuda. 'Kadir!' diyebildim."
|
|
 |
|
|
|
|
|
 |
|