| |
Kent Müslümanlığı öldü mü?
Dün sabah yazının başına oturduğumda terkimde önceden tasarlanmış sürüsüne bereket konu vardı. Ancak, "kaçan kurbanlık boğayı durdurabilmek için iki ayağını birden kesen kasap" fotoğrafı diğer konulara geçit vermedi... Kurban Bayramı vesilesiyle şahit olduğumuz vahşet sahneleri hep sorulan bir soruyu yeniden gündeme getirdi. "Kent Müslümanlığı ölüyor mu ya da öldü mü?"
Türkiye, ilkel birincil ihtiyaçlarını karşılayamamış genç nüfusa sahip bir ülke... Beslenme, barınma ve üreme sorununu çözememiş yığınların davranış kalıplarında da çok nitelikli yaklaşımlar aramak pek doğru değil.. Nitekim bunun en keskin örneklerini aslında ideolojik yaklaşımlarda görüyoruz.. Yaşamla ilişkilerinde istediklerini bulamamış gençlerin solcu, ülkücü ya da İslamcı olmaları davranışlarında bir farklılık yaratmıyor. İnançlarının ve düşüncelerinin felsefi bir zemine değil daha ziyade kaba bir öfkeye dayandığını sezebiliyoruz. O zaman "inanç"ı kendisine benzemeyenlere yönelik bir tehdit aracı haline geliyor...
Eski İstanbul'da "sahur davulcusu" bile davulunu zarafetle çalarmış... Allah rahmet eylesin, annem, yaşamının son zamanlarında, hastalıkla uğraştığı yarım yamalak uykularından onu inatla penceresinin altında davul çalarak uyandıran Ramazan davulcusunu laf arasında anlatırdı... Eski İstanbul'un kent Müslümanlığı ile "taşra patlamasının" öfkeli varoş Müslümanlığı aynı değil galiba... İnsan, acaba köksüz, bilgisiz hatta inançsız bir tür "lumpen Müslümanlıkla" mı karşı karşıya kalacağımız bir süreç içinde miyiz diye sormadan edemiyor.
Biz, güzel sanatların da beslenip geliştiği dergahları kapatırken, son Kurban Bayramı'nın da gösterdiği gibi hiçbir dini kültürü barındırmayan ilkel bir vahşetin din adına ortaya saçılacağını hesaplayamadık galiba. Tekke ve zaviyeler rejime bir tehdit olarak algılandı ama kültürel ve sosyolojik rolleri hiç dikkate alınmadı... Dergahlar, asithaneler, zaviyeler artık yok, ancak ruhani bir geleneğin felsefesine dayalı zarif ve hoşgörülü İslami bir anlayış da yok...
Tekkeler, Cumhuriyet'in başlangıcına kadar devam etti... 1908'deki bir sayım o dönemde İstanbul'da 311 tekke olduğunu ortaya koyuyor.. Biz "dini" sadece "siyasal" olarak tartıştığımız için, onun "sosyolojik ve kültürel" yanını hiç görmek istemedik... "Tekke edebiyatı"nın birikimi de bu sığ yaklaşımın gürültüsüne sanki kurban edildi. Tekkelerin ürettiği tasavvuf edebiyatı sadece Divan Edebiyatı'nı değil, halk edebiyatını da derinden etkilemedi mi? İlahiler o sürecin ürünleri değil mi? Bektaşilerde nefes, Mevlevilerde ayin, Gülşenilerde tapug, Alevilerde deme, nihayetinde bu toprakların kültürünün ırmakları sayılmaz mı? Mevlana'dan Yunus'a akan bir ırmaktan "su içmemiş" kitlelerin yaşama yaklaşımında incelikten, zarafetten, derinlikten ne kadar dem vurulabilir ki?
Türkiye yeni yeni normalleşiyor... Geçmişiyle, diniyle, tarihiyle, kendisiyle yeni yeni yüzleşiyor... "Kent Müslümanlığını" artık neden üretemediğimiz sorusu da arka arkaya sıralanan sorular arasında cevaplamamız gerekenlerden biri... Edebiyatı... Müziği... Hat sanatını... Kısacası dinin kültürel boyutunu unutan bir toplum, nihayetinde Kurban Bayramı'nı da çirkin bir hayvan katliamına çeviriyor. Dini, yalnızca öfkeye, cenge, cengaverliğe, cihada sıkıştırıp dergah kültürünü, ilahileri, nefesleri, Şeyh Galib'i unutan bir anlayış Müslümanlığı da biraz eksiltmiyor mu? Müslümanlığı böylesine edepten, adaptan yoksun bir kısırlıkla yaşayanlar bu dinin zengin bir kültürü, estetiği, zarafeti olduğunu hiç hatırlamayacaklar mı? Dinin öfkesi var da şefkati hiç mi yok?
|